5 Mayıs 2024 Pazar

hüsnü arkan/ naş

 



Deneyim kazanmak güzel bir şey. Bazı deneyimlere ulaşmak için çaba, zaman ve para gerekiyor bolca. Bazısı ise daha kolay daha ulaşılabilir. Mesela bir şair keşfetmek, bir şairin bir dizesini keşfetmek yetiyor insana. Benim için bir dize bile yeterli geliyor ömrüm boyunca taşıyorum onu. Hüsnü Arkan daha önce adını duymadığım bir yazardı. Araştırınca gördüm ki kendisi besteci ve söz yazarıymış. Sözlerinde şiirden farklı bir hava vardı demek ki bundan kaynaklanıyormuş dedim. En sevdiğim şiiri kapakta da yer alan "Zalim" şiiriydi. Sırf bu şiir bile yeter artar insana.  Zalim ne vakit zalim olur diye soruyor. Ne doğru! Ne haklı! Yüz adam öldürdüğünde mi diye devam ediyor şiir. Bilmiyorum. Bu dize hem sosyolojik hem de siyasal anlamda çok ama çok düşündürttü beni. Geçenlerde Sürmene'de okula gitmek için belediye otobüslerinin yetersiz kalması sebebiyle kendi tuttukları okul servisi yüzünden dayak yiyen şoförü ve gençleri gördüm.  Bu dizeler döndü zihnimde. 

Zalim ne vakit zalim olur, yüz adam öldürdüğünde mi?
Bin adam öldürdüğünde mi ekmek ufaldığında mı?
Karanfiller bok koktuğunda mı?
Zalim ne vakit zalim olur masallarda mı?
Yoksa bizi savunduğunda mı çağlar sırtını dönmüşken?
Biz açken mi doymuşken mi geğiriyorken mi?
Zalim şu vakit mi zalim olur; ellerimiz boşken mi?
Yoksa biz uyuyorken mi davullar çalarken mi?
Vazgeçerken yanılmışken iç çekiyorken mi?
Zalim ne vakit zalim olur, geç kaldığımızda mı erken geldiğimizde mi?
Zaman kine ve küfre dönüşürken mi?
Canımız yandığında mı sabrımızda mı?
Zalim ne vakit zalim olur, biz başkasıymışken mi?
Yarışıyorken mi onunla?

Kitapta yalnız toplumsal olaylara değinen şiirler yok tabi ki. Aşksız olmaz haliyle. Bu son iki dize de gitti hoşuma.


28 Nisan 2024 Pazar

John Fowles/ Ağaçlar

 




Çok meşhur kitapları olan yazarları hiç de bilinmeyen kitaplarıyla okumaya başlamak çok garip bir şey. Sanki uçakta yan yana denk gelip muhabbet etmişim de sonra bir öğrenmişim meğer benim uçak arkadaşım meşhur mu meşhur biriymiş. John Fowles'in Koleksiyoncu'nu da Fransız Teğmenin Karısını da defalarca duydum bir denk gelip okuyamadım. Gerçi ayrıntı yayınları genelde nispeten ağır eserler basıyor. Okuyacak zihin gerekiyor insana.  Ağaçları çok ama çok seven ben bu incecik kitabı kütüphanede görünce alıverdim hemen. Kitap zannettiğim şekilde ilerlemedi. Tam olarak ne aradım bilmiyorum ama ben aradığımı bulamadım. Sonuç olarak çıkarım yaptığım en bariz şey dünyanın neresinde olursan ol, küçük bir çocuk olduğun zaman yeşilliğe ihtiyaç duyuyorsun. Sonsuz bir orman veyahut küçük bir arka bahçe fark etmez tabiat içinde keşfedilecek onlarca şey barındırıyor. Bir çocuğa yapılacak en iyi şey onun doğayı keşfetmesine izin vermek olduğunu bir kez daha anladım. Onun dışında kitap kültür farkı yüzünden mi yazarın dili yüzünden mi kısacıktı ama çok zor okundu. Belki de bir anı kitabı olarak okumaya başladığım ama neticesinde içinden oldukça metaforik bir felsefe kitabı çıktığı için olabilir. Kitaptan aldığımız haz okuma deneyimimiz onu okumaya başlarken düşündüğümüz şeylerle bu denli bağlantılı olduğunu bu kitap sayesinde öğrendim. Bir kitaba başlarken mümkün mertebe varsayımlarda bulunmamaya karar verdim.

bknz: benim beklentilerimdeki şey doğadaki son çocuk gibi doğa ve çocuk hakkında kurgu dışı bir metin veya  başlangıçta sadece su vardı kitabı gibi anılar ve doğa ile dolu bir şeydi. İlgilenirseniz bu iki kitabı mutlaka tavsiye ederim.

Alıntılar:

Cehalete yol açan şey ille de çok yetersiz bilgi değildir; gereğinden çok bilgiye sahip olmak ya da gereğinden çok bilgi edinmeyi istemek de aynı sonucu verebilir.

Onun kaosunun benim için düzen olmasıysa bence pek önemli değil.

Orman bekliyor sanki en değerli özsuyu sessizlikmiş gibi.

13 Ocak 2024 Cumartesi

Tiryaki Aynası Yasemin Zengin

 


Kitaba yorumum: Kendi dilimde yazılmış şiirleri okumayı çok seviyorum. Şiirin büyüsü kendi anadilinde daha anlaşılır oluyor bence. Bu yüzden ünlü ünsüz ne kadar şiir kitabı varsa okumaya çalışıyorum. Bu kitaba da kütüphanede rastladım. Kapak tasarımı biraz ürkütücü gelse de aldım. Beğendiğim dizeler olsa da genel olarak şiirlerin her satırı kendi içinde bir cümleymiş gibiydi. Yan yana getirince anlamlandırmak o denli zordu ki. Bu durum ilk başlarda okuma zevkimi düşürdü. Ama sonra her bir satırı ayrı bir dize olarak düşünerek okuyunca daha çok sevdim

Alıntılar

bileğime damlatıyorum kokuyu bayram oluyor hemen kapılar açık düğmeler hâlâ ilikli

unutmayı bırsaksam sonraya duyacağım kim çağırdı beni

karanlıkta kim seçebilir kendisini

bulmak için bırakıyorum elimdekileri

merdiven basamağında bir çocuk flüt çalıyor 
ve bir kedi bükmüş boynunu 
ısıtabildiği kadar ısıtıyor güneş kaldırımı...

7 Ocak 2024 Pazar

St. Exupery’nin Mektupları


 Kitapla Tanışma Hikayem: Üniversitenin son yılında iyice bunaldığım bir zamanda bir arkadaşım hadi AVM'ye gidelim demişti. Hiç sevmezdim AVM gezmeyi. Ama eşlik ettim ona. O esnada Küçük Prens sergisi varmış şansımıza. Yüzlerce dilde yazılmış küçük prens kitapları. Kimisi dünyanın en küçük kitabı kimisi yansıma olarak yazılmış. Çok etkilenmiştim. Sonra hemen kitabını okumuştum. Sonraları animasyonu çıkmıştı ama beni bir o kadar etkilenmemişti. İlk başta sevgim Küçük Prenseyken sonra tüm eserlerini okuyunca yazarı Antoine Saint Exupery'e dönmüştü. Döne döne okudum altını çizdiğim yerleri. Mektuplarından oluşan bu eserini görünce çok sevinmiştim.

Kitabın Konusu: Küçük Prens kitabı ile tanınan Fransız yazar Antoine Saint Exupery'in annesine ve arkadaşına yazdığı mektuplar oluşan kitap kimi zaman şairene cümlelerle bezenmiş, kimi zamansa hepimizin insan olduğunu anlatan sıradan şeylerle dolu. Antoine bir savaş pilotu. Fas'ta uzun süre görev yapmış. Özellikle o yalnızlık günlerinde mektup yazmak onu hayata bağlayan bir etken olmuş.

Kitaba Yorumum: Hayranlık beslediğin insanların iç dünyalarına çokça haiz olmak bir yönden kötü. Çünkü onların zayıflıklarını ve size kötü gelen bir takım yanlarını görmek bir kafa karışıklığına sebep oluyor. Kitabı okurken aklıma Nilgün Marmara geldi. O da bir müddet eşinin işi sebebi ile çöl gibi bir yerde yaşamıştı galiba. O yalıtılmışlık duygusu üretken zihinleri çıldırtacak gibi oluyor herhalde.   "Geceleri yufka yürekliyim, kendi kendime acıyorum." içinde bulunduğu zihinsel durumu anlatıyor. Kendi bu külrenkli beyinlerin(!) içinde yalnız hissediyor Antoine. Yalnızlığı iyice ağır basmaya başlıyor. "Dün Kazablanka'ya indim. İlkin, yalnızlığımı alıp sokaklarda dolaştırdım, yalnızlık burda insana daha bir ağır geliyor, çünkü sokaklardan ancak bir kişi geçebiliyor."  Yalnızlığı üzerine çok ağır bir şekilde çöküyor.  " Ama asıl önemlisi artık kendimi hafif bir gölge gibi algılamıyorum (yüzde yüz kişisel bir izlenimdi bu). Hiç istemediğim bir görevle ağırlaşmış yaşlanmış duyumsuyorum" bu sözler bana o kadar tanıdık geldi ki. Kendimi ara ara bu duygu halinde buluyorum.

İşte bu yalnız zamanlarını mektup yazarak arkadaşı ve annesinden mektup bekleyerek geçiriyor. Gelen her mektubun her satırını her kelimesini itina ile okuyor. 

"Çünkü ben mektupları haince okurum. İçlerinde kaş göz oyunlarını vurgulamaları ve gülümsemeyi ararım."

Bu kadar sık mektup yazarken ve mektup beklerken bile şu cümlelerini okuyunca bir garip oldum.

"Çok az yazıyorum, ama benim kusurum yok bunda. Çoğu zaman ağzım dikili. Başka türlüsü elimden gelmiyor."

Antoine hem annesine hem de arkadaşına öylesine düşkün ki. Bu düşkünlüğünü ve sevgisini her fırsatta  ifade ediyor.

"Size nasıl büyük bir gönül borcuyla bağlı bulunduğumu, bana nasıl anılarla dolu bir ev verdiğinizi bilemezsiniz. İlk bakışta hiçbir şey duymayan, vurdumduymaz biri gibiyim. Oysa, var gücümle kendimi savunmaktan başka bir şey yapmıyorum. "

"Anneciğim, Fransa'da çiçeklerin açtığı söylendiğine göre, hemen gidip çiçek açmış bir elma ağacının altına oturun. Ve benim için, uzun uzun bakın çevrenize. Her yan yemyeşil, şipşirindir mutlaka, çimenler bitmiştir... Yeşilden yoksunum, yeşil tinsel bir besindir, yeşil insanın davranışlarına yumuşaklık, gönlüne erinç verir. Yaşamınızdan bu rengi çıkarın, kupkuru, kötü yürekli bir insan oluverirsiniz. Yırtıcı hayvanların karanlık kişilikleri, diz boyu yoncalar arasında varıp yuvarlanamayışlarından geliyor olmalı. Kendi payıma, ağaca benzer bir şeye rastlayınca hemen birkaç yaprak koparıp cebime atıyorum. Odacığıma döndükten sonra, sevgiyle bakıyor, incitmemek için usulca çeviriyorum onları. İçim rahatlıyor. Yeşile boyanmış yurduma kavuşmayı ne çok isterdim."

Antoine ile ilgili beni en çok üzen ve bunaltan şey Faslılar hakkında söyledikleri cümleler. Bu kadar edebi bir yönü olan bu adamın insan sevgisinin daha fazla olması gerekirken aşağıda yazan türde cümleler çok garibime gitti.

"Buradaki insanlar öylesine can sıkıcı ki, hiçbir şey düşünmüyorlar, ne üzüntülü, ne de sevinçliler. Senegal onları benliklerinden yoksun bırakmış. Bir şeyler düşünen, acıları, sevinçleri, dostlukları olan insanların düşünü kuruyorum. Burada kafalar öylesine külrenkli ki. Fas gibi, umut kırıcı, zekâ yönünden genişliği olmayan, geçmişsiz, bakımsız, şapşal bir ülke. Sakın Senegal'i düşle meyim Koskoca günün bir tek saati bile hoş değil. Ne gündoğumu, ne de günbatımı... Ağır, külrenkli bir gün ve hemen ardından, nemli gece..."

Ve "bugün hava güzel" diyememek beni umutsuzluğa düşürür, çünkü bu söz bir sürü şeyi anlatır.

Mektup ve günce türünde okumayı seven bir insansanız yahut yazara ilgi duyuyorsanız kitaba bir göz atabilirsiniz.


1 Ocak 2024 Pazartesi

Tek Odalı Ev Rukiye Yeğinol

Tek odalı ev kütüphanede rastladığım minimalist kapak tasarımı hoşuma gittiği için aldığım bir kitaptı. Kitaptan çok fazla bir beklentim yoktu. İlk öykü beni bir türlü içine almadı. Bir kaç kez okudum bıraktım. Kitap teslim mesajı gelince son kez elime aldım ve en son hikayeyi okudum. Ve çok ama çok sevdim. Derken kitabı karıştırdım 5-6 öykü daha okudum ve çok sevdim. Yazarın yazış tarzı yüzünden mi bilmiyorum ama bana nedense Italo Calvino'yu anımsattı. Bazı öyküleri bir kaç kez okudum. Sonra kitabı üzülerek iade ettim. Tarihini uzatabilirdim ama kendi kütüphaneme almak ve onu okumak istedim. Hem de bir kitabı beklemek ne hoş şey. 
Kitap on yedi ayrı öyküden oluşuyor. Hani rüya görürken kendimizi bir anda bir sahnede buluveririz. Bir anda sokaktayızdır ve yoğun duygular içindeyizdir. Bir tür zihinsel bir hezeyan sizi takip eder. Olayları anlamlandırmaya çalışırsınız. Kitap boyunca bu tür duygu durumu beni takip etti. Kötü anlamda değil tabi. Başı sonu olmadan bir hikayenin içinde buluveriyorsunuz kendinizi. Ne oldu ne bitti derken bir anda karakterle bir bağ kurmuşsunuz ve öykü bitmiş. Bilmiyorum ben gerçekten çok sevdim kitabı. Kütüphaneme ekleyince tekrar okuyup bu yazı daha da ayrıntılı yazacağım.

O zaman Gerçeği Nasıl Göreceğiz? Şeyma Ünal


 25 yaş hedeflerimden biri de çokça Türk yazar okumaktı. Şeyma Ünal'ı Youtube kanalından tanıyordum. Kendisi iki sene önce Youtube'da üretkenlik konularında oldukça güzel içerikler üretiyordu. Daha sonra İnstagram'ı daha etkin kullanmaya başladı. İki çocuğu var ve bir anne influencer. Benim ilgi alanıma hitap etmediği için takipten çıktım. Kitabını görünce eski bir arkadaşımı görmüş gibi sevindim ve merak edip aldım.  

Kitabın konusu: Kitaptaki tüm öykülerin baş kahramanı küçük kızlar. Biz küçük bir kızın o naif kırılgan ve neşe dolu penceresinden dünyaya bakıyoruz. Çocukluk anılarından yola çıkarak yazarın hayatla ilgili vardıkları kanaatleri de okuyoruz. Kimi zaman bir yaz öyküsü, kimi zaman kalbi kırılan bir kızın iç dünyasını görüyoruz.  Sakin öyküler. Sanki oradan buradan duyduğumuz hikayeler. Sanki kendi çocukluğumuzun öyküleri. Kitap yazarın ilk kitabı olması sebebiyle bazı eksikliklere sahip. Bazı cümleler çok uzundu. Bazı ayrıntılar öykünün akıcılığın bozuyordu. Ama yine okuduğuma sevindiğim bir kitap oldu. Yazarın tekrar bir kitabı çıksa alır  ve merakla okurdum.

10 Eylül 2023 Pazar

Dün- Agota Kristof


Kitapla Tanışma Hikayem:
Bazen rastgele kitaplar alıyorum. Adını duymadığım kapağı ve adı bana hitap etmeyen. Benim için sürpriz bir yumurta gibi onlar içinden ne çıkacak acaba.

Kitabın Konusu: Tobias annesiyle yaşayan babasının kim olduğunu bilmeyen yoksul bir çocuktur. Annesi köylülerle yatar karşılığında un mısır vs alır. Tobias mutludur çünkü o yaşamın diğer türlüsünü bilmez. Tobias okula başlar. Ona çöreğini veren, onunla konuşan Line ile tanışır. Fakat bir gün ailesi hakkında bir sır öğrenir ve bir daha geri dönmemek üzere köyü terk eder. Başka bir ülkeye girer fabrikada işe başlar adını ve geçmişini değiştirir. O anne babası savaşta ölmüştür bir kimsesizdir. Adı da Sandor Lester'dir. Bu haliyle yeniş bir yaşam kurar. Bir gün yaşamı geçmişten gelen biri ile değişir.
Kitaba yorumum: Bu kadar kısa ve yoğun bir kitap okumak öyle güzel bir zevkti ki. Rüya görmeyi ve rüyalar hakkında okumayı seven biri olarak bölümler arasına serpiştirilen rüyalar çok hoştu. Yazarın sihirli sözcükleri kitaptan çıkıp beni çepçevre sardı. Bende Tobia ile beraber kaçış macerasına katıldım . Bende gün boyu aynı işi yaptığın fabrikanın içinde aklıma kaybedecek gibi oldum.
Spoiler: Yaşamda bazı insanlarla olmak kaderimizde oluyor ne kadar kaçarsak kaçalım kendimizi onların yanı başında buluveriyoruz. Ama bazı insanlarda birbirlerini ne kadar severse sevsinler bir araya gelemiyorlar. Bence sevgiden önce saygı geliyor. Bir aşkın insana her şeyi yapabilme izni vermesi diye bir şey yok. Aşık olup aklı başından gidip karşındakine her şeyi yapmak neticede bunu aşkına bağlayıp masum tavırlarına girmek bence mantıksız. Maalesef bu algı film ve dizilerle o kadar işlemiş ki insanlara. Aşkından döven, aşkından kıskanıp kavga çıkaran bıçak çeken insanlar var. Kitabın ikinci bölümü aklıma uğultulu tepelerdeki sağlıksız ilişkiyi getirdi. Netice de ikisini de harap olduğu bir yaşam.
Son olarak son zamanlarda ana karakterlerden ziyade yardımcı karakterleri düşünür oldum. Kitapta Sandor'u anlayıp sevsem de kitabın sonunda kızına eski aşkının ismini vermesi beni sinir etti. O çocuk geleceğe gidiyor. Oysa sen onu bir isimle geçmişe bağlıyorsun.

Elbette. Bir yerlerde varolduğunu biliyorum. Dünyaya gelişimin tek bir nedeni var: Onunla karşılaşmak. Bu durum onun için de geçerli. O da dünyaya yalnızca benimle karşılaşmak için gelmiş. Adı Line, benim karım, aşkım, hayatım. Onu hiç görmedim.


Kısa süre sonra, düşünecek bir şeyim kalmıyor, yalnızca artık düşünmeyi istemediğim şeylerle baş başa kalıyordum.
Şimdilerde umudum çok azaldı. Önceleri arayış içinde durmadan yer değiştiriyordum. Bir şey bekliyordum. Ama ne? Bilmiyordum. Hiçbir fikrim yoktu. Ama hayatın, olduğundan farklı olamayacağını düşünüyordum, yani hayatın adeta hiçbir şey olduğunu. Ama hayat bir şey olmalıydı ve ben o şeyin olmasını bekliyordum, o şeyi arıyordum”
Sanırım yazı yazmak beni yok edecek.


Stepford Kadınları

 


Yeni kurduğumuz kitap kulübünde hem kısa hem etkileyici bir kitap okuyalım dediler ve kısa bir araştırma sonucu bu kitaba karar kıldık.

Kitabın Konusu: Joanne Eberhart iki çocuğu ve kocasıyla beraber rüya gibi bir kasaba olan Stepford'a taşınmıştır. Harika bir ev, temiz bir kasaba. Şehrin canlı kanlı sokaklarını özleyeceğini bilir Joanne. Ama böylesi temiz ve nezih bir semt karşı konulması güçtür. Başlarda sıradan bir kadının sıradan bir hayatı gibi başlar kitap. Joanne kütüphaneye gider çok sevdiği fotoğraf çekme işine başlar. Ama oturup bir kahve içip sohbet edecek bir dostu yoktur. Ne zaman kadınlardan birine bunu teklif etse işinin başından aşkın olduğunu söyler kadınlar. Cilalaması gereken parkeler olduğu, parlatması gereken camlar olduğunu söylerler ve geri çevirirler. Joanne kocasının "Erkekler Kulübü'ne" katılmasıyla iyice bilenir. Bu kasaba kadınların güzel giyindiği, sürekli temizlik yaptıkları haliyle zaten erkekler için bir cennetken birde kadınların dahil olmayacağı bir kulüp vardır. Joanne elleri sıvayıp bir kadın kulübü kurmak ister. Bobbie ile tanışır ve kadınlardaki bir takım tuhaflıkları fark eder.

Kitaba yorumum: Ev işleri gerçekten insanın beynin ele geçiren kötücül bir hastalık gibi. Eğer bakmaya devam edersen görmeye devam edersin. Görmeye devam ettikçe temizlik yapar ve asla temizliği bırakamazsın. Büyük anneannem "Evin işi kapını kapatana kadar bitmez. Bazen kapıyı kapatacaksın." derdi. Aslında Anadolu'nun bir köyünde oldukça ataerkil bir ortamda yetişmesine rağmen hem büyük annem hem de anneannem evinin kapısını kapayıp kendilerine vakit ayıran türde insanlardı. Kadınların bunun bilincinde olması o kadar önemli ki. Sonra yıllar geçince yaşamının en güzel günlerini lavabo sürterek harcamanın verdiği bir burukluk oluyor. Gerçi temizlik yapmanın insanı rahatlatan bir yönü var ama her şey gibi bunun da aşırısı insan için zararlı.

Kitap boyunca bu düşünceler bana eşlik etti. Ben bu kitaba benzer bir film izlediğim için az çok olanları tahmin ettim. Bu yüzden kitap boyunca gerilimi hissetmedim. Ama kitabı okuyan arkadaşlarım bir hayli gerilmiş. Gerçi sıradanlıklara gizlenmiş gizem ve gerilim unsuru insanı daha çok etkiliyor.

Kitabın yazıldığı tarih göz önüne alındığında (1972)gerçekten başarılı bir yapıt. Ben yazarın kadın olduğunu zannetmiştim ama erkekmiş. Bu beni daha çok etkiledi. Yazarın diğer kitaplarına mutlaka göz atacağım.

Spoiler:

Kitabın sonundaki kovalamacının ardından kadının yorulması ve inandığı tüm şeyin bir uydurmaca olduğunu kendine ikna etmeye çalışması benin için en vurucu kısımdı. Yaşamımız boyunca ne çok yerde uğruna savaştığımız şeylerin anlaşılmaması yüzünden pes edip diğerlerinin rağbet ettiği şeye yöneldiğimizi ve bu esnada kendimize "Doğru olan bu" diye telkinler verdiğimizi hatırlattı.

Joanne'nin sahip olduğu yegane dostunu kaybetmesi gerçekten üzücüydü.

Joanne'nin çok güvendiği ve her şeyini paylaştığı eşinin onu olduğu gibi kabul etmeyişi onu dönüştürmek istemesi kelimenin tam anlamıyla rezaletti. Başta bu kadının böyle olduğu belli değil mi? Eğer kendine ev işlerine aşık kocasına tapan bir kadın istiyorsan git öyle biriyle evlen. Üretmek isteyen yaşama bir şey katmak isteyen zeki kadınlarla  evlenip üstüne bunu hor gören erkekler yok mu? Beni sinir ediyor. Ablam hep der "Sen akıllı olacaksın ama bunu erkeğin bilmesine gerek yok."

Alıntılar

Hiç boş durmaz Stepford'lu kadınlar. Ömür boyu robot gibi çalışırlar.

Kulüp zorla değiştirilmedikçe, kendiliğinden değişmez. Ensesi kalınların kurduğu örgütlerde tatlılıkla iş yapılmaz.


15 Temmuz 2023 Cumartesi

Kör Talih Lem Stanislaw

 Konusu: Emekli astronot ilginç bir vakayı çözmek için görevlendirilir. Kükürt banyosunda esrarengiz bir şekilde ölen 11 insanın ardındaki sır perdesini aralamak için Napoli'ye gider. Ölen adamlardan biriymiş gibi davranarak ota yaşlı; atletik bir vücuda sahip olup turist olmalarıdır. Bu garip benzerlikler bir tesadüften öte midir? Öyleyse bu on bir insanı ölüme götüren ne olmuştur?

Kitapla ilgili Yorumum: Yazardan okuduğum ilk kitaptı. Solaris'i izlemiş ve ilginç bulmuştum. Filmin bir kitaptan uyarlama olduğunu bilmiyordum. Meğer bu yazarın bir kitabıymış. Yazar hakkında kitaplarının birbirinden farklı olduğu bir kitabını sevenin diğerini sevmediğini yorumlarda okudum. Ama açıkçası kitabı okurken çok zorlandım. Başlangıç kısmını tekrar tekrar okudum. Konuları bağdaştıramadım. Asıl olay bir yana bir sürü yan olay olduğu için bir  şeyleri takip etmek zordu. Yine de yer yer zekice anlatımlara sahip olsa da okurken keyif almadığım sadece bitirmek için zorladığım bir kitap oldu. Sonu da beni aşırı derecede şok etmedi. Bir kitabına daha şans vereceğim.

Boşanmış Kadın Hüseyin Rahmi Gürpınar



Konusu:
Kitap kocasından kaynanası yüzünden ayrılan Akile'nin pişman olup eşi Mail'e mektup yazması ile başlar. Burada kaynananın nasıl biri olduğuna az çok şahit oluruz. Kaynana Akile'yi ilk başta oğluna almak için kırk takla atmış fakat sonrasında gelinine hayatı cehenneme çevirmiştir. Akile kaynanası yüzünden kocasıyla kavga eder be bir şekilde boşanırlar. 6 ay boyunca birbirleri ile görüşmezler Fakat en sonunda Hem Akile hem Mail bu duruma dayanamaz tekrar bir araya gelme planları yaparlar. Fakat bu şirret kaynanayı alt edip tekrar saadete erebilirler mi? Neyse ki Akile'nin aklına harika bir fikir gelir.

Kitap Hakkında Yorumum: Hüseyin Rahmi çok sevdiğim bir yazardır. Nüktedan ve eleştirel dili beni kendine çeker. Hem gülerek hem de düşünerek okurum kitaplarını. Pek çok kitabı yeniden basımlarla çok satmış ve kitlelerce tanınmıştır. Fakat boşanmış kadını daha önce hiç bir yeni basımda görmemiştim. Görece daha az meşhur bu kitabı hemen okumaya başladım.

Kitap oldukça keyifli bir önsözle başlıyor "Birkaç mektuptan meydana gelmiş şu hikâyeciği evlenmem den sonra doğacak kızımın kaynanası olacak hanıma armağan ediyorum." diye başladığı önsözü “bu ro manda üstünlüğü gelin hanıma kazandırdığımdan dolayı kızımın kaynanası bana gücenir, bundan doğan öcünü de kızımdan çıkar maya kalkışırsa şu hareketiyle kaynanalığını pek yersiz göstermiş, onun için de muharrire büsbütün hak kazandırmış olur.” Diye bitiriyor. Okuduğum en keyifli önsözlerdendi

Genelde Hüseyin Rahmi çok ağdalı bir dil kullanır. Nerdeyse her paragrafta ayrı bir düşünceyi alt eder. Ama burada tek bir yergi vardı. Kitabın geneli sakin geçti. Okurken bir Hüseyin Rahmi romanı okumuyormuş gibi hissetim. Belki de sürekli etrafımda bu tarz kaynana gelin çatışmasına sahip olduğum içindi. Fakat sonunda Hüseyin Rahmi kıvrak zekası ile hikayeyi öyle güzel bitirdi ki okurken hissettiğim o his kaybolup gitti. Kitap kısacık 33 sayfa hemen okunup bitiyor. Tavsiye ederim

15 Mart 2023 Çarşamba

İşin Aslı Judit ve Sonrası

 

 
Kitabı anlatmaya nereden başlamalıyım bilmiyorum. Öylesine çok sevdim ki kitabı. Konusuna bakarsak oldukça yalın burjuva bir ailede yetişmiş bir adamla daha alt kademe zenginlikte olan bir kadın evlenir. Kadın kocasını çok severken adam oldukça soğuk ve mesafelidir. Hatta bir gün gelip artık nereye kadar devam edeceklerini sorar. Kadın adam için çabalamaktan vazgeçmez. Oysa ki adamın gönlünde başkası vardır. Kitabı üç kısımda okuyoruz. İlk kısımda kadının ağzından. Kadın bir kafede arkadaşına başından geçenleri anlatır. Kocasıyla boşanmıştır. İkinci kısımda adam bir barda arkadaşına anlatır. Zaman biraz daha geçmiştir. En son kısımda aldattığı kadınının ağzından dinleriz olayları. O da bir otel odasında sevgilisine anlatmaktadır yaşadıklarını.
Kitabın ne kapağının ne adının bir albenisi var. Konusu duyunca çok yavan bile gelebilir oysa şu ana değin beni bu denli etkileyen bir kitap olmadı. Olayları işleyişi, bir  duyguyu farklı örneklerle açıklayışı. Öylesine güzeldi ki. Okumanın zevkine vardım. Kitabı yaşadım ve ilk defa gözyaşları ile bir kitabı okuyamadım. Ama bunun içinde bulunduğum hassas dönemden de kaynaklanabileceğini düşündüm. Yorumlarına bakınca herkes benimle hemfikirmiş.
Kitap yalnızca kadın erkek ilişkilerini değil, toplumsal sınıfları, kültürü; savaşı, insan ruhunu anlatıyor. 
Buradan sonrası kitabın içeriği hakkında ayrıntılı bilgi içerir. 
Kitaba okumaya başlarken konuyu bilmediğim ve tüm kitabı kadın anlatıyor zannettiğim için kadın kahramanla çok bağ kurdum. Diğer kahramanlara mesafeli yaklaştım. Her bölümü sanki gerçekten o karakterin ağzından dinledim. Yazar nasıl bu denli ayrıntılı ve farklı zihin dünyaları inşa etti bilmiyorum. 
Kadına bir gün kocası minderlerin renklerinin gözlerini yorduğunu ve hemen çarşıya çıkıp mevsime uygun kılıflarla değiştirmesini söyler. 

''O kadar da kalın kafalı değildim, ne demek istediğini gayet iyi anlamıştım. Doğrudan, açık açık söylenemeyecek bir şeydi bu: Onun zevkiyle benimki arasında bir fark olduğunu, her şeyi becerebilsem, her şeyi öğrenmiş olsam ve onun gibi orta sınıftan sayılsam bile aslında başka bir dünyadan geldiğimi ifade etmek istiyordu. Benim etrafımdaki her şey onun alışık olup sevdiğinden bir parça başka, bir ton farklı renkteydi. Burjuva, bu tür ayrımlara aristokrattan daha duyarlıdır. Burjuva, ömrünün sonuna dek kendini onaylamak zorundadır. Aristokratsa daha dünyaya gelirken onaylanmıştır.''
Belki bir tek bu kısımdan kadının bu çıkarıma varması garip kaçabilir. Ama kitap boyunca adam kadını pek bir insan yerine koymuyor açıkcası. Zaten ilerleyen bölümlerde karısının bu küçük burjuva hallerini sevmediğini şu şekilde ifade ediyor:

Zengin adam hiçbir zaman toplumsal âdetlere, burjuva düzenine, görgü kurallarına ve saygıdeğer davranışlara böyle rahatsız edici bir titizlikle tutunmaz, oysa küçük burjuvanın onaylanmak için hayatın her anında bunlara ihtiyacı vardır; gelir düzeyiyle paralel yükselen ev masrafları, giyim kaideleri ve toplum hayatının kuralları konusunda büyük bir özenle defter tutan büro müdürü buna örnektir.
..........
Küçük burjuva için, azizim, kültür ve onunla bağlantılı şeyler yaşanmışlık değil, bilgidir.

Kadının düşünce sistemi bana adamdan daha mantıklı geldi. Adam bir kitap okur ve hayatın anlamını bulduğunu söyler. Kadına bu mantıksız gelir ve içinden şöyle geçirir.

Ben öyle "büyük soruları" sevmem, bana öyle gelir ki, bir insan daima küçük küçük binlerce soruyla çevrilidir ve önemli olan sadece bunların bütünü, toplamıdır.

Bende böyle düşünüyorum. Adamın hep kendinden emin halleri beni çok ama çok bunalttı.
Bir gün kadın kocasının garip bir yazar arkadaşı ve onunla oynadıkları ilginç oyunu görür. 

Hani derler ya, tepeden tırnağa, ruhunun bütün sırlarıyla bana ait olduğunu sandığım kocamın, bu adamın asla bana ait olmadığını, bir sürü sırrıyla bir yabancı olduğunu anladım. Sanki onun hakkında bir şey öğrenmiştim; daha önce hapse girmesi ya da hastalıklı tutkulara teslim olması gibi, geçmiş yıllar boyunca kalbimde oluşturduğum portresine uymayan bir şey.

Bir zaman sonra kocasını iyice tahlil eder.

Bir insanın kayıtsız şartsız sevilmeyi kabul etmesi büyük cesaret ister. Kahramanlık değilse bile cesaret. Çoğu insan sevgiyi ne almayi ne de vermeyi bilir, çünkü ödlektir, kibirlidir, korkuları vardır. Sevgi verdiği zaman utanır ve diğerine teslim olup sırrını paylaştığı zaman daha da fazla utanır. 

Kadının ayrılık sonrası toparlanma sürecindeki fikirlerini de çok beğendim.

Günün birinde uyandım, yatağımda doğrulup oturdum ve gülümsedim. Artık en ufak bir acı çekmiyordum ve birden, doğru insan diye bir şeyin olmadığını idrak ettim. Ne yeryüzünde ne de cennette. Öyle biri, öyle tek bir kişi yok. Sadece insanlar ve her insanın içinde bir tutam doğru insan var ama kimsede, bi-zim diğerinden beklediğimiz ve umduğumuz şey yok. Kusursuz insan diye bir şey yok ve o mutluluk veren, harikulade tek adam aslında hiç var olmadı. Sadece içlerinde ışık kadar moloz da olan insanlar...

Eskiden dünyadan bu şekilde keyif alamazdım. Yapacak başka işlerim vardı, dikkatimi başka şeylere veriyordum. Dikkatimi bir insana veriyordum ve dünyayla meşgul olacak vaktim yoktu. Sonra o insanı kaybettim ve yerine bir dünya kazandım. 

Diğer iki kahramanı çok mesafeli okuduğum için tekrar tarafsız okuyacağım.
Özellikle savaş esnasında yapılan şu muhabbet çok içime dokundu. Üç karakterin dışında kalsa bile yazar olan karakterde çok ilginçti.
"Çünkü kültür bitti. Hem de onun bir parçası olan her şeyle birlikte. Zeytin sadece bir yan tattı. Fakat bir sürü küçük tat, bir sürü lezzet birleşince, kültür denilen o harika yemeğin özünü ve gücünü oluşturur. Şimdi bu yok oluyor" dedi ve elini fortissimo işareti veren bir orkestra şefi gibi havaya kaldırdır. "Onu oluşturan unsurlar sağlam kalsa da kültür yok oluyor. Belki gelecekte bir yerlerde yine içi dolgulu zeytin satılır. Fakat bu kültürü bilincinde taşıyan insan tipi yok oluyor. İleride sadece bilgiler olacak ve bu aynı şey değil. Kültür bir deneyimdir. Güneş ışığı gibi sabit bir deneyim. Bilgi ise sadece bir katkıdır." Omuz silkti. Sonra da nazikçe ekledi: "O yüzden, en azından sizin zeytin yemiş olmanıza sevindim."


Bu hikâyenin sonu da bütün insan hikâyelerinin sonu kadar ahmakça. Dinlemek istiyor musun?
diyor bir yerde yazar.  Tüm insan hikayeleri gibi bu kitap. Ama öylesine iyi tahlil edilmiş ki. Her bir sayfanın altını çizdim neredeyse. Karışık bir kaç alıntı ile yazımı bitiriyorum. Kitabı okuduğum diğer seferlerde yazımı tekrar güncellerim.

Alıntılar

Fakat insanın hayatta, imkânsız, anlamsız ve akıl almaz olanın gerçekte sıradan ve bir o kadar basit olduğunu kavradığı anlar vardır. Birdenbire hayatın mekanizmasını görürüz: Önemli saydığımız figürler gömülüp gider, arka plandan başkaları, hakkında net bir şey bilmediklerimiz öne çıkar ve aniden, ortaya çıktıkları anda idrak ederiz ki biz onları bekliyormuşuz, onlar da tüm kaderleriyle bizi.

Anlamıyor musunuz? Güzellik bir hakaret olacak. Yetenek bir kışkırtma. Karakter ise bir suikast.

Bazen düşünüyorum da o kadar çok kitap, o kadar çok kelime var ki, düşüncelere yer kalmıyor.

Ben, evet. Şimdi anlıyorum. Biliyor musun, hayatta her şey gerçekleşmeli, her şey yerini bulmalı. Ve bu çok yavaş bir süreç. Kararların, hayallerin, amaçların pek bir faydası olmuyor. Bir evde mobilyaların kalıcı yerini bulmanın ne kadar zor olduğu hiç dik-katini çekti mi? Yıllar geçer, sen her şeyin doğru yerde olduğunu düşünürsün ama yine de içinde, bir terslik olduğuna dair hafif bir şüphe vardır, belki de koltuklar doğru yerde durmuyordur, belki de búfenin yerinde masanın olması gerekir. Ve sonra, on ya da yirmi yıl sonra insan kendini hiçbir zaman bütünüyle rahat his- setmediği, alanla mobilyanın bir türlü birbirine oturmadığı odaları gezerken birden hatayı görür, kendi kafasındaki taslağı ve odanın gizli düzenini görür, birkaç mobilyayı oradan oraya iter ve ona nihayet her şey yolundaymış gibi gelir. Ve birkaç yıl boyunca ger- çekten de odanın işte şimdi doğru olduğu duygusunu taşır. Daha da sonra, belki bir on yıl daha geçince, yine memnuniyetsizliğe kapılır, çünkü biz nasıl değişiyorsak, mekân duygumuz da değişir; insanın etrafında hiçbir zaman değişmez bir düzen olmaz. Aynısı hayat için de söz konusudur; yöntemler oluşturur ve uzun süre zaman planımızın mükemmel olduğunu düşünürüz, sabah çalışır. öğleden sonra yürüyüşe çıkar, akşam kendimizi geliştiririz. Ve bir gün gelir, gündelik akışın ancak tam ters yönde katlanılabilir ve anlamlı olduğunu fark ederiz, nasıl olup da yıllarca böyle saçma bir düzenlemeye göre yaşadığımızı anlayamayız. Böylece içimizde ve etrafımızda her şey değişir. Her şeyin bir mühleti vardır, yeni düzenin, yeni ruhsal huzurun; hatta değişim bile, günün birinde zamanaşımına uğrayacak, kendine özgü bir kanuna göre gerçekleşir. Neden? Belki günün birinde biz de zamanaşımına uğrayacağımız için. Ve bize ait olan her şey de.



.