29 Kasım 2022 Salı

Felsefenin Tesellisi

 



 
Kitapla Tanışma Hikayem: Alain De Botton daha önceden de okuduğum ve sevdiğim bir yazar. Çok eski baskı olsa ve ismi daha önce duymamışta olsam yazara güvenip kitabı aldım.
Kitabın Konusu: İsminden de anlaşılacağı üzere kitap bir tür felsefe güzellemesi. Nasıl hastalanınca insan bedenini en iyi tanıyan doktorlar  tedavi ediyorsa ruhi karmaşıklıkları düşünme biçimleri ve yolları kullanılarak çözebiliriz diyor Botton. Kitap boyunca Seneca, Montaıgne, Arthur Schopenhauer gibi isimlerin düşünce sistemleri ele alınmış. Yazar hem bu düşünürlerin fikirlerini hem kendi fikirlerini harmanlayıp hem felsefe üzerine hem de yaşam, mutluluk ,güzellik gibi konulara değinmiş Botton tüm bunları mizah ile harmanlayıp yer yer gülümseten yer yer düşündüren tespitlere yer vermiş.

Kitap İle İlgili Düşüncelerim: Kitap ile ilgili yoksa kendi dikkat süremin kısalması ile ilgili mi bilmiyorum başlarda kitabı okurken çok sıkıldım. Bir türlü konuya odaklanamadım. Çeviri ile alakalı mı acaba diye düşündüm. Ama kitap ilerledikçe Botton'un o çok sevdiğim dili sardı sarmaladı beni. Bahsedilen filozoflar hep tanıdığım daha öncede okuduğum kişiler olduğu için keyfime diyecek yoktu. Kendimi epey entel hissettim. Ben içinde alıntılar, pasajlar olan kitapları çok seviyorum. O pasajlar üzerine yapılan yorumları okumak hiç arkadaş olamayacağım türde bir insanın fikirlerini almamı sağlıyor. Salt kendi fikrinden ziyade, mevcut bir konu üzerinde yapılan yorumlamalar hali hazırda çok zayıf olan mukayese yetimi güçlendirdiği için çok seviyorum. Kitap boyunca yer yer durup bu konuda ben ne düşünüyorum diye akıl yürüttüm. Yer yer Botton'a katılıp yer yer muhalefet ettim. Ama genel itibarıyla kitap Felsefe ile ilgili öz bilgiler içerdiği için başlangıç seviyesinde okurların hoşuna gideceğini düşünüyorum. Bu konuda çok ehil olan için çerezlik bir kitap mesabesinde olduğu muhakkak. Zaten yazar kendi de söylüyor. Binlerce yıl önce yaşamış düşünürlerin fikirleri ilgi çekiciyken günümüzde yaşamış belki kendisi ile aynı sıraları paylaşmış insanların fikirlerini onaylamak ve hayran kalmak çok zor diye. Bu kısımda alttan alta çağdaşları tarafından kabul görmüyor mu acaba yahut yeterli takdir görmüyor mu diye düşündüm.

Alıntılar:
Sıradan yemekler yemek, çok zengin bir sofrada yemek yemek kadar zevk verir insana, tabii daha fazla, daha lüks şeyler yeme isteğinden doğan acıyı bir kenara bırakırsak.

Eğer kimse bizim varolduğumuzu görmüyorsa varolamayız; söylediklerimizi kimse anlamıyorsa söylediğimiz şeylerin bir anlamı yok demektir.

Şimdi ben sanıyorum ki kendi de inanıyordu buna. İnsanların kendi söylediklerine inanmayı başardıklarını sık sik fark ettim, yaşamak için gereksinirler buna.

Azla mutlu olmayan insan hiçbir şeyle mutlu olamaz.

Örneğin et yemek; et yediğimiz zaman sıkıntılarımız geçmeyeceği gibi et yeme isteğimizi tatmin etmediğimiz takdirde rahatsızlıklarımız daha fazla artmayacaktır... Bütün bunlar yaşantımızı daha iyi kılmaz, bunlar yalnızca farklı zevklerdir, o kadar...

Öngörüp kendimizi hazırladığımız ve nedenlerini anladığımız düşkırıklıklarına daha kolay katlanırız; en büyük yaralan ise hiç beklemediğimiz ve başa çıkamayacağımız türden düşkınklıkları karşısında alırız.

Düşkırıklıklarımızın derecesini, çevremizdeki dünyadan neler bekleyebileceğimize ilişkin kavrayışımız, hangi beklentilerimizin normal olduğuna İlişkin deneyimlerimiz belirler. Arzuladığımız bir şeyi her elde edemediğimizde Öfkemize yenik düşmeyiz; aslında, o şeyi elde etmenin bizim en doğal hakkımız olduğunu düşündüğümüz halde onu elde edemezsek öfkeleniriz. En büyük öfkeyi de, varoluşumuzun temeli olarak algıladığımız kuralları yıkan olaylarla karşılaştığımızda duyarız.

Bana ne kadar ilerleme kaydettiğimi soruyorsun? Kendi kendimle dost olmaya başladım.' Bu gerçekten de büyük bir meziyet; ...emin ol, böyle bir adam bütün insanlıkla dost olabilir.

İncindiğimizde, incinmemize yol açan şeyin ya da kişinin bizi isteyerek incittiğini düşünme eğiliminde oluruz. 'Bu yüzden' bağlacını kullanacağımız bir cümle kurmaktansa içinde '-mek için' bağlacı geçen bir cümleyi yeğleriz. Yani, 'Kalem yere düştü, bu yüzden sinirlendim/ demektense 'Kalem beni sinirlendirmek için yere düştü, deriz.

Eğer gürültülü sokaklarda sükunetimizi kaybetmeden yürüyebilmek istiyorsak, gürültü çıkaran kişilerin bizi hiç tanımadıklarını hatırlamalı; dışarıdan gelen gürültü ile cezayı hak ettiğimizi fısıldayan iç sesimiz arasına bir engel koymalıyız. Başkalarının niyetleriyle ilgili kötümser yorumlarımızdan yola çıkarak senaryolar yazmamalıyız. O zaman, gürültü bizi yine rahatsız edecektir belki, ama hiç değilse öfkelendirmeyecektir: Dışarıdaki gürültü patirti hiç bitmeyebilir, yeter ki içimizden yükselen sesler bize rahatsızlık vermesin.

İnsanlar bir şeyin kaçınılmaz olduğunu kabul etmeyip imkansız olanı istedikleri gibi, olasılıkları göremeyip kaçınılmaz olmayanı da kabullenebilirler. Bu ikisini birbirinden ayırmak içinse akıl yürütmek gerekir.

27 Kasım 2022 Pazar

Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın

 

Kitabın Konusu: Yeni evlenmiş burnu çiçeğinde gelin Fukoko bir gün bir mektup alır. Bu mektup kocasının eski eşi Şinoka'dan gelmektedir. Eski eş evden kovulduğunda yanına bir tane çöp bile alamamıştır. Oysa bu mektubunda evdeki kediyi Lili'yi istemektedir. Kocası bu kediyi deliler gibi sevmektedir. İlk başta bu mektubun arkasında art niyet olduğunu düşünür. Fakat az bir zaman geçince kocasının kediyi mi yoksa kendini mi daha çok sevdiği konusunda ikileme düşen Fukoko kedinin gitmesi için elinden geleni yapar. Kedisini çok seven Şoko'nun kıvranışlarını, Şinoko'nun ilk başta kötü bir niyetle yaklaştığı kedi ile ilişkilerinin zaman geçtikçe samimileşmesini okuyoruz.

Kitap İle İlgili Düşüncelerim: Japon edebiyatının bazı eserlerinin durağanlığı beni çok sıkmıştı. Oysa durum öyküleri okumayı çok sevmeme rağmen. Oysa bu kitap güzel bir öğleden sonra Sai Nehri'nin kenarında oturmuşum gibi bir dinginlik verdi. Silik ve bastırılmış bir karakter olan Şoko'nun belki yaşamı boyunca gerçek manada sevdiği tek şey olan Lili'den ayrılışı. Ona kavuşmak için yaptığı o kısa yolculuk, Şinoka'nın ilk başta eski kocasını yanına çekmek için kötü bir niyetle kediyi istemesi ama ardından kedi ile güzel bağlar kurması kitapta en çok ilgimi çeken kısımlardı. Kitabı okurken soğuk kış mevsiminde küçük bir odada mindere kıvrılmış bir kediyle dikiş dikmenin hayalini kurdum. Hal böyle olunca dikiş makinemi çıkardım. Hazır kış gelmişken.
Kitabın hafif dili, takip edilmesi kolay olay akışı, anlaşılması kolay karakterleri ile insanı yormayan bir eser. Bende ilk başta kedilere karşı önyargılı olup sonradan seven biri olarak kitabı ayrı bir sevdim.

Alıntılar

"Beraber on yıl geçirdiğinizde, karşınızdaki kedi bile olsa, güçlü bağlar geliştirmeniz kaçınılmaz olur."

Kalp denen ufacık makine, insanın yükünü nasıl taşıyacak?

"O kediden başka bana dostluk edecek hiç kimse yok bu dünyada."
Acılarım sayesinde çok güçlendim, öyle ağlayıp durmuyorum; üzüntüm çok, ağlama isteğim de kocaman ama artık bunları düşünmeyeceğim, elimden geldiğince neşeli bir hayat sürmeye karar verdim.

19 Kasım 2022 Cumartesi

Onca Yoksulluk Varken

 

Kitapla Tanışma Hikayem: Kitap kulübümüzün geçen ayki kitabıydı. Ne yazarın adın duymuştum ne de yayınevine aşinalığım vardı. Binbir tereddütle kitabı okumaya başladım.

Kitabın Konusu: Momo hem yetim hem öksüzdür. Bir hayat kadını olan Madam Rosa hayat kadınlarını çocuklarına bakmaktadır. Momo'da Madam Rosa'nın bakıcılık yaptığı evde kalır. Diğer çocuklar geçici bir süreliğine bırakılmıştır. Yahut anneleri hafta sonu gelip onları gezmeye çıkarmaktadır. Ama Momo geleli yıllar olmasına rağmen ne arayanı ne soranı vardır. Neyse ki bilinmeyen bir kişi tarafından bakım ücreti aylık olarak gönderilmektedir. Bu sayede Madam Rosa ile aralarında bir sevgi bağı oluşur. Momo'nun kimi zaman normal kimi zaman macera dolu günleri anlatılmakta ve çocuğun iç dünyasına dair güzel anekdotlar düşülmektedir.

Kitapla İlgili Düşüncem: İlk başta kitabı okumaya başlarken sanki bir konuşmanın ortasında muhabbete katılmışım gibi hissettim. Yazar bir anda anlatıma öyle yoğun bir şekilde giriyor ki ne olduğunu şaşıyor insan. Fakat kitabın sonunda bu anlatım biçimi bir anlam kazanıyor. Kitap birinci tekil şahıstan yazıldığı için okuması kolay. Bir çocuğun gözünden anlatılan eserleri hep sevmişimdir. Romanda karakter çeşitliliği o kadar fazla ki. Hem statüleri hem yaşam biçimleri hem de karakterlerinin renkliliği çok hoşuma gitti. Normal hayatta karşılasılması zor olan tiplemeleri görmek-hayat kadınları, onları pazarlayan insanlar, hayat kadınlarının kocaları- bana çok şey kattı. Kitap boyunca insanoğlunun ne kadar sevilmeye, kabul edilmeye aç olduğunu gördüm. Sefalet içindeyken bile sevgisiz yaşamanın mümkün olmadığını görmek içimi acıttı. Sokakta yanında geçtiğimiz rahatsız edici o hareketleri yapan sokak çocuklarının belki de tek isteklerinin fark edilmek, onay görmek olduğunu bir kere daha anladım. Ve onları nasıl rutin bir şekilde yok saydığımızı, aynı hapishanede durmadan tekmelen köpek gibi onları yok saymaya ruhlarını tekmelemeye devam ettiğimizi fark ettim. Kitap kesinlikle hepimizin okuması gereken bir kitap. Çocuk gelişimcilerin, sosyal hizmet sektöründe çalışanların, öğretmenlerin, sokak bir evsizin yahut sokak çocuğunun yanından geçip giden hepimizin okuması gereken bir kitap.

Yazar İle İlgili Dipnot: Asıl adı Romaın Gary. Hep kendi ismi ile hem de takma adı ola Emile Ajar ile eseler vermiştir. İşin komik tarafı iki isimle de farklı yazarlar zannedilmiş ve kendisine iki kere Goncourt ödülü verilmiştir. 

Alıntılar

Bence, en iyi uyuyanlar dürüst olmayanlardır. Çünkü hiçbir şeyi takmazlar, oysa dürüst insanlar gözlerini kırpamazlar, her şeyi dert edinirler.

İnsanların kendi söylediklerine inanmayı başardıklarını sık sık fark ettim, yaşamak için gereksinirler buna.

Yeniden başlamak gerekiyordu.

İnsanların hüznü her zaman, en çok gözlerinin içindedir.

"Sevdiğin yüzünden deli oldun, dediler. 'Yaşamın tadını yalnız deliler bilir,' dedim."

Ben de gülümsüyordum ama, içimden gebermek geliyordu.

Ta içimden geliyordu, işte en kötüsü de budur. Dışardan, kıçınıza tekmeler inince kaçabilirsiniz. Ama böyle bir şey içerden geldi mi kaçmak olanaksızdır. Böyle bir şeye yakalandım mı gitmek, bir daha hiçbir zaman hiçbir yere dönmemek isterim. Sanki biri oturuverir içime. Çığlıklar atmaya, kendimi yerden yere vurmaya başlarım, dışarı çıkabilmek için başımı çarpar dururum, ama beceremem, bacakları olan bir şey değildir bu, insanın hiçbir zaman bacakları olmaz içinde. Bundan söz etmek bana iyi geliyor ha, biraz dışarı çıkar gibi oluyor. Ne demek istediğimi çakıyor musunuz?

Kırmızı Kahverengi Defter

 


Kitapla Tanışma Hikayem: Nilgün  Marmara'nın adını  yıllar önce kafkaokur dergisinde Slvyıa Plath hakkında okurken görmüştüm. Daha o zamanlar sevmiştim onu. Eserlerini okumasam bile bir gün gelip Nilgün Marmara'ya hayran olacağımı severek okuyacağımı biliyordum. Kütüphanede şiir kitabı ararken rasgeldim kitabıyla.
Kitabın Konusu: Nilgün Marmara'nın yayınlanma gayesi gütmeden kendi kendine aldığı notlardan oluşuyor kitap. Kimisi bir alıntı, kimisi bir duygu boşalması kimisi de bir film yorumu. Kitabın ismi de zaten not aldığı biri kırmızı diğeri kahverengi iki defterden geliyor. Kitabın içine konulan Marmara'nın kendi el yazısını görmek ayrı bir hoştu. Kitap çok eski bir basım. Zaten artık baskısı yapılmıyormuş.

Kitapla İlgili Düşüncelerim: Kitabı çok sevmeme rağmen Nilgün Marmara ile tanışmak için yerinde bir tercih değil. Azda olsa eserlerine aşina olup, onu tanıdıktan sonra bu tür bir kitabı okumak insanın daha bir içine işleyecektir diye düşünüyorum. Ama yine de okurken keyif aldım. Özellikle bazı yerler içime öylesine dokundu ki. Eğer genç yaşta aramızdan ayrılmasaydı nasıl muazzam eserler ortaya koyardı düşünmeden edemedim. Dilinin o kahverengiye çalan koyuluğunu çok sevdim. İnsanı boğan umutsuzluğa iten karanlık düşüncelerden ziyade, insanın içini ısıtan sıcacık bir yapıda.  Zaten kendisi de diyor Kafka insanın içindeki karanlığı gördü aydınlık tarafı görmedi diye. Kendisi karanlığı tasvir eden ama bunu boğucu bir umutsuzlukla değil de kabullenilebilir bir olguyla ifade ediyor.

Alıntılar:

Benle benim aramdaki farkı görebiliyor musun?

Yüzü olmayan bir palyaço, elleriyle olmayan yüzünü örtüyor ve ağlıyor. İçerden ağlıyor ve ölüyor. Zaman yüzünü eskitemez çünkü yüzü yok!

Kafka, insan vücudundaki karanlığı görmüştü yalnızca, ışığı, aydınlığı gözden kaçırmıştı.

Akıl hastanesinde gidişat üzerine sorgulamada, hastalardan biri: "Hepiniz bir gün buraya geleceksiniz, gelecek, geleceksin, geleceksiniz, gelecekler" demiş.

Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer... Kafatasımın içini, bir küçük huzur adına aynalarla kaplattım, ölü ben'im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden! Paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayrı yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir.

Biz niye kendi zamanlarımızı yaşayamıyoruz, niye hep başka zamanlar ve hep başka kendimiz? Ne bu ertelenen, bir tansık olma dileğiyle tansığın olmasını beklemek değil, özün tansığa dönüşmesini ummak Ben'i ve bizi tansık yapmak arzusu? 'Şimdi'nin karanlığı daha ne kadar üretilecek? Bu karanlıkta beslenen ruh kurtçukları daha ne kadar mal edecek bizleri kendilerine? Bu kurtlar içten içe daha ne kadar uluyacaklar? Bu görünmez salıncakta daha ne kadar sallanacağız "Aya dokunmak istiyorum" tümcesini sessiz bir çığlık olarak yineleyerek. Bu huzur için çığlıklar ne köpekler toplumunda, kim duyar? Çığlıklar neden bu den sessiz? Bu balıkhaneler bu kancalar niye varlar, yüzlerimiz neden yüz bedenlerimiz niçin balık öyle asılı dururken ve dönerken ağır aksak?

1 Kasım 2022 Salı

Buraya Bakarlar

 

Kitapla Tanışma Hikayem: Trt2'de yayınlanan bir edebiyat programı olan ''Kelimeler ve Şeyler'' programında duymuştum. Daha sonra bir podcast uygulamasında bu kitapla bağlantılı olduğunu bilmeden aynı isimde bir podcast dinledim. Sonra kütüphanede kitapla karşılaşınca kaderimde bu kitabı okumanın kaçınılmaz olduğunun ayrımına vardım.
Kitabın Konusu: Kitap bir kısmı olay, bir kısmı durum bazlı olan 12 kısa hikayeden oluşuyor. Hikayelerin her birinin yaşamın farklı kesiminden insanlardan oluşması, gündelik yaşamı ilginç bir olay örgüsü ile kurgulaması kitabı okunur kılıyor.
Kitap Hakkındaki Düşüncelerim: Kitabı da öyküleri de çok sevdim. Aslında daha meşhur olması gereken bir kitap. Çünkü okuması kolay ve insanda güzel bir his bırakıyor. Bazı öyküler daha uzun olsaydı dedim. Bazı öyküler bu kadar kısayken beni nasıl bu denli etkileyebilir dedim. Benden okuma tavsiyesi isteyen ve kitap okumaya ısınmak isteyen arkadaşlarıma seve seve tavsiye edeceğim.

Alıntılar:
“Ulan” derim kendi kendime, “Saçma sapan konuşuyorsun. Sen kimsin ki! Senelerdir aynı günü yaşayan bir korkak. Hayatında değişiklik olacak diye ödün kopar. Ölümden korkuyor oluşun bile sırf bu yüzden. “

Keşke biraz deli yanım olsaydı. Kafama estiğinde hayattan tat alabilecek şeyler yapabilseydim. Ama, yok yapamam. Ben ki, bu dünyaya hesap kitap yapmak için gelmişim

“İnsan yalnızca bir vakte aittir, hep o vakte dönmek ister.”

Neden Yazıyorum? George Orwell

                                                           

Kitapla Tanışma Hikayem: Yazarların yazı hikayelerini okumayı çok seviyorum. Onları yazmaya iten dürtüleri, neden yazdıklarını. George Orwell severek okuduğum bir yazar olunca hemen kitabı okumak istedim
Kitabın Konusu: Politik olayları usta bir şekilde ele alan yazarımız kendini yazmayı iten türleri, yazma coşkusunu neyin ateşlediğini  anlatıyor. Olayları romantize etmeden gerçekçi bir şekilde onu yazmaya iten sebepleri sıralamış. Dönemin politik olaylarına üstten bir şekilde değinirken yanlı davrandığını ve yansız davranmanın mümkün olamayacağını da vurguluyor.

Kitap Hakkında Görüşlerim: Yazım sürecinin arka planını anlatan kitapları çok ama çok seviyorum. Ama kitap beklediğim gibi çıkmadı. Kitabın ilk kısmında azda olsa yazma tutkusundan bahsetse de devamında gelen uzun İngiltereliler hakkında havadan sudan bilgiler, İngiliz düşünce şekli ve yaşam tarzı hakkında pasajlar, dönemin nispeten politik olayları çok sıkıcı geldi. Yalnız son kısımda bir fil ile yaşadıkları bir anı vardı ki beni çok etkiledi. Durup dururken aklıma geliyor. Üzerinde düşünürken buluyorum kendimi. Okumak isteyenler için yazıyı aşağıya bırakıyorum. Onun dışında yazarı severek okuyan ve tüm eserlerine vakıf olmak isteyenler okuyabilir. Yahut anı türünde yazılmış kitaplardan hoşlanıyorsanız okuyabiliriz. Fakat yazarın yazma serüvenine ortak olmak gibi niyetiniz varsa bu kitap tam anlamıyla beklentinizi karşılayamayabilir.

Alıntı:
“Yolda durmuştum. Fili görür görmez, onu asla vurmamam gerektiğini anlamıştım. Yaşayan bir fili vurmak, büyük ve pahalı bir makineyi tahrip etmekle kıyaslanabilecek, ciddi bir mesele­dir ve kaçınmak mümkün olduğu sürece insanın bunu yapma­ması gerektiği açıktır. Ve huzur içinde çalıları yiyen fil, bu me­safeden, bir inekten daha tehlikeli gelmemişti bana. O zaman, mest halinin geçmeye başladığını, bu durumda bakıcısı gelip onu yakalayana dek sadece zararsızca dolaşacağını düşündüm, ki şimdi de aynı fikirdeyim. Dahası, onu vurmayı hiç mi hiç iste­miyordum. Tekrar vahşileşmeyeceğinden emin olmak için onu kısa bir süre izlemeye ve ardından eve dönmeye karar verdim.
Fakat o anda beni takip etmiş olan kalabalığa göz attım. En az iki bin kişiden oluşan ve her dakika daha da büyüyen dev bir kalabalıktı. Yolu her iki yönde de uzun bir mesafede tıkamıştı. Cafcaflı giysilerin üstündeki sarı yüzlerden, hepsi de kendileri­ni bekleyen küçük eğlence nedeniyle mutlu ve heyecanlı, hepsi de filin vurulacağından emin yüzlerden oluşan insan denizine baktım. Numara sahneleyecek bir sihirbazı izler gibi izliyorlardı beni. Benden hoşlanmasalar da, elimdeki sihirli tüfekle o an için izlenmeye değerdim. Ve bir anda sonuçta fili vurmak zorunda kalacağımı fark ettim. İnsanlar benden bunu bekliyordu ve yap­mak zorundaydım. İki bin iradenin, beni karşı konulmaz biçimde itelediğini hissedebiliyordum. Ve beyaz adamın Doğu'daki ege­ menliğinin kofluğunu ve abesliğini ilk kavramam, elimde tüfekle orada durduğum bu anda oldu İşte buradaydım; elinde silahıyla, silahsız yerli kalabalığının önünde duran beyaz adam. Görünür­ de oyunun baş rol oyuncusu, ancak gerçekte arkamdaki o sarı yüzlerin iradesinin bir ileri bir geri itelediği anlamsız bir kuklay­dım. O anda, beyaz adamın zorbalaştığında yok ettiğinin kendi özgürlüğü olduğunu algıladım. Beyaz adam o zaman riyakar, rol kesen bir aptala, geleneklere uygun hale getirilmiş bir sahip figürüne dönüşüyordu. Çünkü egemenliğinin koşulu, hayatını "yerlileri" etkilemeye çalışarak geçirmesi ve böylece her krizde "yerlilerin" kendisinden beklediği şeyi yapmasıydı. Bir maske takıyor ve yüzü maskeye uyacak biçimde şekil değiştiriyordu. Fili vurmak zorundaydım. Tüfeği getirtmekle, bunu yapacağıma söz vermiştim. Bir sahibin sahip gibi davranması gerekir; kararlı görünmeli, ne istediğini bilmeli ve kesin şeyler yapmalıdır. Bü­ tün bu yolu elimde tüfek, hemen arkamda iki bin kişiyle gelmek ve ardından hiçbir şey yapmadan zayıfça uzaklaşmak; hayır, bu mümkün değildi. Kalabalık bana gülerdi. Ve tüm hayatım, Do­ğu'daki her beyaz adamın hayatı, insanları kendine güldürme­ renk için verilen uzun bir mücadeleydi.''
Ve fili vurduktan sonra kendi kendine  hep düşünür.
''Çok defa diğerlerinden birinin, bunu yalnızca bir aptal gibi görün­memek için yaptığımı kavrayıp kavramadığını merak ettim.''

26 Ekim 2022 Çarşamba

Gölgeye Övgü

                       


Kitapla Tanışma Hikayem: Japonya çocukluğumdan beri ilgi duyduğum sevdiğim bir ülke. Bu kış Japon klasikleri okumaya karar verip 16'lık bir set aldım. Bu setten okuduğum üçüncü kitaptı. 

Kitabın Konusu: Tanizaki modernleşen dünyayı karanlık ve ışık üzerinden, Doğu ve Batı toplumlarının ilerleme karşısındaki reflekslerini de mukayese ederek masaya yatırıyor. Yalnızca gölgeye değil, apartman çatıları, tuvaletler, lambalar, kâğıt ve yemek takımı gibi günlük hayatta üzerine pek kafa yormadığımız şeylere, gösterişli olmayana kendine has üslubuyla dikkat çekiyor.
Kitap Japon kültürüne ait olguları aydınlatma, yemeklerin konduğu kaplar, lavaboların imarı gibi gündelik Japon yaşamından ayrıntıların üzerine eğiliyor. Kendi kültürünün derinliklerine inerken bir yandan güzelliklerine değiniyor. (Tanıtım bülteninden)

Kitap hakkında görüşlerim: Kitapta hoşuma giden kısımlardan biri de lavabo ile ilgili olandı. Açıkçası çok komiğime de gitti. Yazar batıda tuvaletin utanılası bir kavram olduğunu, bu yüzden izbe ve nahoş tuvaletlere dikkat çekiyor. Açıkçası tuvalet demek bile hoş karşılamayıp lavabo diyen bir milletiz. Oysa Japonların geniş pencereli, güzel manzaralı doğa ile iç içe genelde evlerin dışında olan lavabolarından bahsediliyor. Bu kısım çok ilginç geldi.
Kitapta geçen dolma kalemi ilk Japon’lar bulsa Ne olurdu? Kısmı çok ilgi çekiciydi. Küçük değişikliklerin, devasa boyutta sonuçlar doğuracağı çok güzel ifade edilmişti.
Fakat kitabın devamında ki bölümlerde sürekli aynı düşünce tarzının  tekrar etmesi  -filanca şeyi biz icat etseydik şu anda kültürümüz şöyle olurdu- okuma tempomu düşürdü. Yazarın aşırı milliyetçi bir tavrı olduğu vehmine kapıldım. Bir yerde fanatiklik beni ürkütüyor ve yazara karşı ilgimin solmasına neden oluyor.
Kitapla ilgili hoşuma giden şeylerse yazarın nüktedan (bence) dili ve küçük ayrıntıların Farkına varması ve bunu okura hoş bir şekilde anlatmasıydı.
Tüm olumlu ve olumsuz yorumlarıma rağmen üzerinde konuşacak ve tartışılacak bir kitap olduğunu düşünüyorum. Tabi Japon kültürüne ilginiz varsa...

Alıntılar

"Ancak biz göremediğimiz şeyler hakkında düşünmeyiz. Göremediğimiz şeyi hiç var olmamış sayarız."

Bütün bunları yazmamın sebebi, muhtemelen edebiyatta ve sanatta, hala kurtarılacak bir şeyler olduğunu düşünüyor olmam. En azından edebiyat için kaybettiğimiz bu gölgeler dünyasını tekrar hatırlatmak isterim. Edebiyat denen kutsal yerin saçaklarını uzun ve böylece duvarlarını gölgeli yapıp apaçık gözüken şeyleri gölgeye saklamak, gereksiz süslemeleri ise söküp atmak istiyorum.


Elbette, çoğunlukla "zamanın pırıltısı" olarak dillendirilen şey de esasında ellerimizdeki kirin ışıltısı. Çincede "şutaku", Japoncada "nare" diye bir kelime var. Bu kelimeler insan elinin uzun yıllar objeyi değmesi sonucu içine doğal olarak işleyen yağı yani "kiri" anlatıyor. Başka bir deyişle bu ışıltının "parmak izimiz" olduğuna şüphe yok. O hâlde "zarafet soğuktur" nüktesine benzer şekilde "zarafet kirlidir" demek de mümkün.

İyi de neden karanlığın içinde güzellik arama eğilimi sadece Doğulularda güçlüdür?

Biliyorum, kendi kendime sızlanmaktan ve imkansızı istemekten öte bir şey değil yaptığım.

... en yazından pratik icatlar bağımsız bir yol izleyebilseydi; bunun günlük hayatımızda hatta devlet, din, sanat ve sanayi üzerinde büyük bir etkisi olurdu. Doğu kendine has bir evren inşa etmiş olabilirdi.





23 Ekim 2022 Pazar

Zarf

 




Kitapla Tanışma Hikayem: Kuzenlerimden biri Tarık Tufan, Ali Lidar ve Haydar Ergülen'in  sıkı takipçisidir. Bana da her zaman tavsiye eder. Kütüphanede görünce hemen aldım. Açıkçası kitabın kapağı da çok hoşuma gitti. O masum çocuksu çizim, kitabın ismi mektup sever ruhuma hitap etti.

Kitanın Konusu: Kitap ilk başta Posta Kutusu dergisinin 2004 yılı kış eki olarak hazırlanmış. Daha sonra 12 şiir daha eklenerek yayına verilmiş. Mektup ve zarf  kavramlarını temel alarak insanın yüreğine dokunan şiirler barındırıyor. Kitap iki kısımdan oluşuyor. İlk kısım Zarf. Zarf kısmında daha çok kıs şiirler yer alıyor.Kitabın ikinci kısmın olan ''Mazruf' kısmında daha çok nesire yakın uzun cümlelerin olduğu serbest şiirler barındırıyor. 

Kitap İle İlgili Yorumum: İlk kısmı ise bana Ziya Osman Saba'yı çağrıştırdı. .Çocuksu bir masumlukla kurulan uyaklar yüzünden olsa gerek. Bazı yerlerde yazarın mektup yazmanın gerçek hissine ulaştığını düşündüm. Mektup yazmayı, okumayı çok seven biri olarak kitabı çok sevdim. Kitabın ikinci kısmı bana pek hitap etmedi. Çünkü nesre yakın şiirleri oldum olası sevemedim. İkinci kısım uzun upuzun cümlelerin birleşmesi ile oluşan şiirleri barındırıyordu.

Alıntılar:

Kâğıdı kıskanıyorum çoktan ayrıldı birbirinden gövdemle ruhum biri acısa duymuyor diğeri kâğıtsa ruhuna kadar gövde gövdesine kadar ruh

Kalemin efendisi sanıyorum kendimi savaş açıyorum kâğıda doldurduğum her kâğıt, oysa yeniden yazıyor yenildiğimi

Kalem, kâğıtla mektubun arasını açtığından beri ne mektuba inanıyor kâğıt ne de seviyor kalemi

Mektup yazar mıydım hiç annem olmasaydı şiiri arar mıydım bu dünyada eğer anne sıfatında çıkmasaydı karşıma görünce anladım, şiir anneymiş gerisi zarf ve bir kaç süslü söz anneler olmasaydı şiir de olmazdı mektup da

tek iyiliktir şiir hem şiir değilse nedir arkadaşlığın en güzel hâli, ve arkadaşlık değilse nedir şiirin ta kendisi?

Gelecek, bir posta kutusu sayılır romantiklerin durmadan mektup gönderdiği hayallerse mektup açacağı gibidir

Kardeşlik yazıyorsa bir zarfın üstünde adresi bellidir, Türkiye'dir halkın el yazısı güzelleştirir alınyazısını da çünkü kardeşim diye başlayan mektup ölüme değil, hayata gönderilir...

21 Ekim 2022 Cuma

Bir garip Şiir Kitabı: Şenayi


Kitapla Tanışma Hikayem:Kör Randevu( Kütüphaneden rastgele aldığım kitaplarla nasıl tanıştığımı soranlara kör randevuda tanıştım diyorum) Kapak tasarımı çok hoş değil mi? İsmi de pek manidar geldi.

Kitabın konusu: Muhtelif konular bolca Arapça, Farsça kullanılarak beyitler halinde yazılmış. Kitabı iyice anlamak için bir Osmanlıca gözlük gerekiyor.


Kitapla ilgili yorumum: Kitabın ilk kısmındaki şiirlerde  fazla Osmanlıca kelime kullanılmış. Yazar neden bu kadar fazla kullandı bilmiyorum. Divan edebiyatından bir mesnevi okuyorum hissine kapıldım. Bir yandan da sadece  yüzyıl kadar önce dedelerimizin konuştuğu dili anlamamak içimi çok  acıttı. 

Yazarın ilk kısımda dilini anlamamanın verdiği  can sıkıntısı ikinci kısımda dağıldı. Günümüz Türkçesi ile yazılan  şiirler pek hoş. Aklıma Orhan Veli’yi getirdi.


Alıntılar:


yok ya penceremde nane ve kekik buğu

bir buluta bezeyip düşümü unuturum


akşam,..

herhangi birinin kucağına atılmış kuru çiçekler gibi düştü üzerime

bugün de yaşadım yani


ah, mutlusunuz!

bari hava böyle olmasa...


 

Yüzünüz Kuşlar Yüzünüz



Kitapla Tanışma Hikayem: Kör randevu. Kütüphanede gezerken kapağını görünce hoşuma gitti.
 Sait Faik hissi aldım biraz. İsmi Cemal Süreyya'nın bir şiirini anımsattı hemen aldım. Yazardan okuduğum ilk kitaptı. Adını daha önce hiç duymamıştım.

Kitabın Konusu: Yalnız başına yaşayan Feridun hangi güne uyanırsa uyansın yapacağı ilk şey arkadaşı Gero'nun mekanına gidip rakı içmektir. Bir gün bir pazar sabahı annesinin cenazesi için otobüs beklediğini söyleyen Ali Rıza Kaptan gelir. Ali Rıza Kaptan garip adamdır. İlginç öyküler anlatılır. Denizcilikle ilgili en sevdiği şeylerden biri de seyir defteri tutmaktır. Feridun ve Gero'da bu garip adamın peşine takılıp denizlere sefer etmeye niyetlenir. Fakat işler planlandığı gibi gitmez. 

Kitap hakkındaki Düşüncelerim: Okurken özellikle ilk bölümün sonundaki ters köşe hoşuma gitti ama kitabın devamın olaylar gittikçe ilginçleşmesi gerekirken bence enteresanlığını yitirdi. Artık bitsin şu kitap diye ite kaka okudum. Karakterlerin değişken ruh halleri yüzünden mi yoksa hiç bir şekilde bağ kuramayışımdan mı bilmiyorum. Bi türlü ısınamadım bazı karakterlere. Kitabın son sayfasın evet şimdi anlam kazandı derken yine bir cümle ile kafam karıştı. İlginç bir deneyimdi benim için. Belki Sait Faik beklentisi ile okumasaydım daha çok zevk alabilirdim.

Alıntılar:
''...yüzemeyen bir geminin kamarasında yaşamak gibi...
''İnsanı zamanın dışına taşıyan bir duruşu var''
'' Deliysen denizci olursun. Delirdikten sonra denizci olman bir şey ifade etmez.''
''Doğru adres var mı, dedim. Biz postacı değiliz, dedi.''

1 Ekim 2022 Cumartesi

Gece Yarısı Kütüphanesi

Kitapla Tanışma Hikayem:Her yerde görmekten, sürekli ismini duymaktan bıktığım bir kitaptı gece yarısı kütüphanesi. Hatta öyle ki kitap kulübümüzle bu kitabı okumak istediklerinde içten içe bir korku hissettim. Ay yoksa sadece herkesin okuduğu kitapları okuyan alelade bir grup mu diye. Ama sonrasında kitabı vaktinden önce okurken buldum kendimi. Konusunu intihar eden bir kadın hakkında olduğunu öğrenin hemen başladım. İntihar düşüncesi zihnimin odalarında bir kenarda oturur hep. Ben onu öylesine kanıksamışımdır ki. Evinize gelen ve bir zaman sonra evin bir ferdi olan, dolabı rahatça açan, kirli sepetine kıyafetini bırakan o garip misafirler gibi. Böyle bazen iyi günümde bile yoklarım kendimi. Ama o orada öylece durur. İşte kitapta bu konuya değinince hemen okudum.

Kaç kitapla hayatım değişti anlatamam yaşamımın her döneminde debelendiğim yerden beni çıkaran bir kitap olmuştu. İşte sevgili Matt Haig'in gece yarısı kütüphanesi benim için öyleydi. Kitap boyunca tekrar eden olgular, çok sevdiğim Slyvia Plath'ın pekte bilinmedik incir ağacı alıntısına yer vermesi tabiri caizse kitabını o incir ağacı üzerine kurması çok hoşuma gitti. 

Kitabın Konusu: Nora Seed'in hayatı yokuş aşağı gitmektedir. Patronu üzgün suratı ile müşterileri kaçırdığını iddia ederek işten ayrılmasını söyler. Çok sevdiği abisi ile araları kötüdür. Çünkü gençliğinde abisi Joe ve bir kaç arkadaşı ile birlikte kurdukları labirentler isimli müzik grubunu bırakmıştır.  Onu çok seven ve ona aşık olan Dan'ı evliliklerine birkaç gün kala terk etmiştir. Çocukken muazzam dereceleri olan yüzmeyi bırakmıştır.  Çok sevdiği bir zamanlar çok yakın olduğu arkadaşının teklifi olan balina gözlemciliğinden de son dakika vazgeçmiştir. Nora'nın yaşamında ki tüm bu pişmanlıklar ve pişmanlıklarının vermiş olduğu acı yetmezmiş gibi bir de çok sevdiği kedisi ölür. Bunun üzerine kaçırılmış fırsatlarla dolu olan bu yaşamında hiç kimsenin ona ihtiyaç duymadığını ve kimse tarafından sevilmediğini düşünen Nora intihar eder. Fakat kendini bir kütüphanede bulur. Raflarda sıra sıra dizilmiş onlarca olasılık keza onlarca yaşam onu beklemektedir. Her bir yaşamı deneyimleme hakkına sahip Nora eğer bir kez olsun gittiği yaşamda pişmanlık hissederse hemen o yaşamdan çıkıp kütüphaneye geri döner. Kitap boyunca Nora'nın yaşamlar arasında gidip gelmesini her bir pişmanlığını telafi etmeye çalışmasını okuyoruz.

Kitap hakkında Düşüncelerim:Kitabın ilk başında yapılan Slyvıa Plath'ın İncir ağacı meteforu beni ilk anda kitaba bağladı. Çünkü Slyvıa Plath ile ruhlarımızın aynı parçadan yapıldığını düşünürüm. Her şey olmak isteyen Plath bir gün olamadığı tüm yaşamların acısını bastırmak için kendi canına kıyar. Keşke gerçekten kök bir yaşam olsaydı da Slyvıa kök yaşamına geri dönebilse ve mutlu bir yaşam sürseydi.

Kitabı sevmemin en temel sebebi romantize etmeden gerçeklerle yoğrulmuş konuları ele alış biçimiydi. İlk başta Nora'nın nasıl karşısına bu kadar çok fırsat çıkar ve hepsini özenle teper diye düşünürken aklıma kendi yaşamımı geldi. Bende okul tercihlerimden tutunda kariyerimde önüme çıkan büyük fırsatları tepmemi düşününce hak verdim. Ama isteyerek ama dış etkenler sonucu  yaşamımda kaçan o kadar balık var ki. Ben onları kaçırdığım için büyük yoksa büyüme döneminde bir yavru mu olduğunu bilmiyorum. İşte kitapta var olan kaçırdığımızı sandığımız balıkların aslında o kadar büyük olmadığı düşüncesi beni memnun etti. Aslında büyük ve küçüklük bile görecelidir. Karnımızın açlık veya tokluğuna göre balığın boyutu değişir. Balığın lezzetine göre bile değişir tadı.

Kitapla ilgili en sevdiğim ikinci olgu yaşamı bazen anlamaya çalışmanın gereksiz olduğu sadece yaşayıp gitmen gerektiğiydi. Aklıma Tarkovski'nin ''Sürekli bir anlam ararsan gerçekleşmekte olan her şeyi ıskalayacaksın.'' sözü geldi.

Kitapla ilgili beni saran bir diğer şey aslında yaşamlarımızda farkında olmadan bile ne kadar çok insanın yaşamına dokunduğumuzdu. Mesela Nora'nın arada çiçeklerine baktığı bazen ilaçlarını aldığı bir komşusunu etkilemesi gibi. Yaşlı adam Nora'nın komşusu olmadığı başka bir yaşamda huzurevinde mutsuz bir hayat sürmektedir. Nora onu evine bağlayan bir ipliktir. Yahut Nora'nın babasının hayalini gerçekleştirmeye çalıştığı bir hayatta annesinden uzaklaşır babası bir kadın bulur ve Nora'nın annesi mutsuzluktan alkolik olup erkenden ölür. Oysa Nora'nın kök yaşamında(asıl yaşamında) annesi daha uzun yaşamış ve alkolik olmamıştır. Bu tür insan yaşamlarına dokunmak yaşamamız için gerekli güdüyü sağlıyor aslında. Bazen kendimi karanlık bir boşlukta hissediyorum. Karanlıklar içindeyim ve ne benim bir huzmecik ışık kaynağım var ne bir başkasının. Bazı ateş böcekleri gibi ışık saçarken bir başlarının yaşamını ışıkla doldururken ben kendi karanlığımda savrulup duruyorum. Kitabı okuduktan sonra şu anda görüşmesem bile bir zamanlar yaşamına ufakta olsa dokunduğum insanları düşündüm. Özellikle üniversite zamanı özel ders verdiğim öğrenciler. Beni çok severler bir abla gibi sorunlarına ortak olmalarıma izin verirlerdi. O zamanlar çok sıkı ilişkilerimiz vardı ve yaşamlarına nasıl dokunduğum hakkında her diam minnetlerini ifade ederlerdi. Çoğu zaman kendimden feda edip onların iyi bir insan olmaları için çabalar zaman ayırırdım. Sonra araya zaman girdi ve birçoğu ile bağım koptu. O zaman insan ilişkilerinin nasıl da soyut olduğunu anlamıştım.

 Kendi kendime keşke demiştim. O zamanlarımı en azından bir beceri edinmekle geçirseydim. Yahut taşı taş üstüne koysam bir çeşme, bir anıt yapsam en azından ''İşte Nil bak sen bunu yaptın! Ne güzel oldu!'' diye öğünürdüm kendi kendime diye hayıflandım. Ama bu kitabı okuyunca bu duygum kayboldu. En azından bir zaman bir yerlerde bir şeyler yaptım dedim kendime.

Kitapla ilgili en dikkatimi çeken diğer bir şeyse Nora'nın gerçekleşmediği için acı ile kıvrandığı  tüm o hayallerin aslında Nora'nın hayali olmaması. Kimi abisinin, kimi babasının. Ne garip aslında hiç istemediğimiz bir şeyin gerçekleşmediği için acısını duymamız. Bu farkındalık pişmanlıklarımı ele almama sebep oldu. 

Alıntılar 

 -Hiçbirimiz dünkü insan değiliz.

-Ne kadar dürüst olursan ol, insanlar ancak kendi gerçeklerine en yakın olan şeyleri görebilir.

-İnsanlar şehir gibiydi. Bazı kötü yönleri var diye bütün şehirden nefret etmezdiniz. Sevmediğiniz yanları, birkaç tane tehlikeli ara sokağı ve mahallesi olabilirdi ama bir şehir yaşanır kılan şey iyi yönleriydi.

-Hayatı anlaman gerekmiyor. Yaşaman yeterli.