29 Kasım 2022 Salı

Felsefenin Tesellisi

 



 
Kitapla Tanışma Hikayem: Alain De Botton daha önceden de okuduğum ve sevdiğim bir yazar. Çok eski baskı olsa ve ismi daha önce duymamışta olsam yazara güvenip kitabı aldım.
Kitabın Konusu: İsminden de anlaşılacağı üzere kitap bir tür felsefe güzellemesi. Nasıl hastalanınca insan bedenini en iyi tanıyan doktorlar  tedavi ediyorsa ruhi karmaşıklıkları düşünme biçimleri ve yolları kullanılarak çözebiliriz diyor Botton. Kitap boyunca Seneca, Montaıgne, Arthur Schopenhauer gibi isimlerin düşünce sistemleri ele alınmış. Yazar hem bu düşünürlerin fikirlerini hem kendi fikirlerini harmanlayıp hem felsefe üzerine hem de yaşam, mutluluk ,güzellik gibi konulara değinmiş Botton tüm bunları mizah ile harmanlayıp yer yer gülümseten yer yer düşündüren tespitlere yer vermiş.

Kitap İle İlgili Düşüncelerim: Kitap ile ilgili yoksa kendi dikkat süremin kısalması ile ilgili mi bilmiyorum başlarda kitabı okurken çok sıkıldım. Bir türlü konuya odaklanamadım. Çeviri ile alakalı mı acaba diye düşündüm. Ama kitap ilerledikçe Botton'un o çok sevdiğim dili sardı sarmaladı beni. Bahsedilen filozoflar hep tanıdığım daha öncede okuduğum kişiler olduğu için keyfime diyecek yoktu. Kendimi epey entel hissettim. Ben içinde alıntılar, pasajlar olan kitapları çok seviyorum. O pasajlar üzerine yapılan yorumları okumak hiç arkadaş olamayacağım türde bir insanın fikirlerini almamı sağlıyor. Salt kendi fikrinden ziyade, mevcut bir konu üzerinde yapılan yorumlamalar hali hazırda çok zayıf olan mukayese yetimi güçlendirdiği için çok seviyorum. Kitap boyunca yer yer durup bu konuda ben ne düşünüyorum diye akıl yürüttüm. Yer yer Botton'a katılıp yer yer muhalefet ettim. Ama genel itibarıyla kitap Felsefe ile ilgili öz bilgiler içerdiği için başlangıç seviyesinde okurların hoşuna gideceğini düşünüyorum. Bu konuda çok ehil olan için çerezlik bir kitap mesabesinde olduğu muhakkak. Zaten yazar kendi de söylüyor. Binlerce yıl önce yaşamış düşünürlerin fikirleri ilgi çekiciyken günümüzde yaşamış belki kendisi ile aynı sıraları paylaşmış insanların fikirlerini onaylamak ve hayran kalmak çok zor diye. Bu kısımda alttan alta çağdaşları tarafından kabul görmüyor mu acaba yahut yeterli takdir görmüyor mu diye düşündüm.

Alıntılar:
Sıradan yemekler yemek, çok zengin bir sofrada yemek yemek kadar zevk verir insana, tabii daha fazla, daha lüks şeyler yeme isteğinden doğan acıyı bir kenara bırakırsak.

Eğer kimse bizim varolduğumuzu görmüyorsa varolamayız; söylediklerimizi kimse anlamıyorsa söylediğimiz şeylerin bir anlamı yok demektir.

Şimdi ben sanıyorum ki kendi de inanıyordu buna. İnsanların kendi söylediklerine inanmayı başardıklarını sık sik fark ettim, yaşamak için gereksinirler buna.

Azla mutlu olmayan insan hiçbir şeyle mutlu olamaz.

Örneğin et yemek; et yediğimiz zaman sıkıntılarımız geçmeyeceği gibi et yeme isteğimizi tatmin etmediğimiz takdirde rahatsızlıklarımız daha fazla artmayacaktır... Bütün bunlar yaşantımızı daha iyi kılmaz, bunlar yalnızca farklı zevklerdir, o kadar...

Öngörüp kendimizi hazırladığımız ve nedenlerini anladığımız düşkırıklıklarına daha kolay katlanırız; en büyük yaralan ise hiç beklemediğimiz ve başa çıkamayacağımız türden düşkınklıkları karşısında alırız.

Düşkırıklıklarımızın derecesini, çevremizdeki dünyadan neler bekleyebileceğimize ilişkin kavrayışımız, hangi beklentilerimizin normal olduğuna İlişkin deneyimlerimiz belirler. Arzuladığımız bir şeyi her elde edemediğimizde Öfkemize yenik düşmeyiz; aslında, o şeyi elde etmenin bizim en doğal hakkımız olduğunu düşündüğümüz halde onu elde edemezsek öfkeleniriz. En büyük öfkeyi de, varoluşumuzun temeli olarak algıladığımız kuralları yıkan olaylarla karşılaştığımızda duyarız.

Bana ne kadar ilerleme kaydettiğimi soruyorsun? Kendi kendimle dost olmaya başladım.' Bu gerçekten de büyük bir meziyet; ...emin ol, böyle bir adam bütün insanlıkla dost olabilir.

İncindiğimizde, incinmemize yol açan şeyin ya da kişinin bizi isteyerek incittiğini düşünme eğiliminde oluruz. 'Bu yüzden' bağlacını kullanacağımız bir cümle kurmaktansa içinde '-mek için' bağlacı geçen bir cümleyi yeğleriz. Yani, 'Kalem yere düştü, bu yüzden sinirlendim/ demektense 'Kalem beni sinirlendirmek için yere düştü, deriz.

Eğer gürültülü sokaklarda sükunetimizi kaybetmeden yürüyebilmek istiyorsak, gürültü çıkaran kişilerin bizi hiç tanımadıklarını hatırlamalı; dışarıdan gelen gürültü ile cezayı hak ettiğimizi fısıldayan iç sesimiz arasına bir engel koymalıyız. Başkalarının niyetleriyle ilgili kötümser yorumlarımızdan yola çıkarak senaryolar yazmamalıyız. O zaman, gürültü bizi yine rahatsız edecektir belki, ama hiç değilse öfkelendirmeyecektir: Dışarıdaki gürültü patirti hiç bitmeyebilir, yeter ki içimizden yükselen sesler bize rahatsızlık vermesin.

İnsanlar bir şeyin kaçınılmaz olduğunu kabul etmeyip imkansız olanı istedikleri gibi, olasılıkları göremeyip kaçınılmaz olmayanı da kabullenebilirler. Bu ikisini birbirinden ayırmak içinse akıl yürütmek gerekir.

27 Kasım 2022 Pazar

Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın

 

Kitabın Konusu: Yeni evlenmiş burnu çiçeğinde gelin Fukoko bir gün bir mektup alır. Bu mektup kocasının eski eşi Şinoka'dan gelmektedir. Eski eş evden kovulduğunda yanına bir tane çöp bile alamamıştır. Oysa bu mektubunda evdeki kediyi Lili'yi istemektedir. Kocası bu kediyi deliler gibi sevmektedir. İlk başta bu mektubun arkasında art niyet olduğunu düşünür. Fakat az bir zaman geçince kocasının kediyi mi yoksa kendini mi daha çok sevdiği konusunda ikileme düşen Fukoko kedinin gitmesi için elinden geleni yapar. Kedisini çok seven Şoko'nun kıvranışlarını, Şinoko'nun ilk başta kötü bir niyetle yaklaştığı kedi ile ilişkilerinin zaman geçtikçe samimileşmesini okuyoruz.

Kitap İle İlgili Düşüncelerim: Japon edebiyatının bazı eserlerinin durağanlığı beni çok sıkmıştı. Oysa durum öyküleri okumayı çok sevmeme rağmen. Oysa bu kitap güzel bir öğleden sonra Sai Nehri'nin kenarında oturmuşum gibi bir dinginlik verdi. Silik ve bastırılmış bir karakter olan Şoko'nun belki yaşamı boyunca gerçek manada sevdiği tek şey olan Lili'den ayrılışı. Ona kavuşmak için yaptığı o kısa yolculuk, Şinoka'nın ilk başta eski kocasını yanına çekmek için kötü bir niyetle kediyi istemesi ama ardından kedi ile güzel bağlar kurması kitapta en çok ilgimi çeken kısımlardı. Kitabı okurken soğuk kış mevsiminde küçük bir odada mindere kıvrılmış bir kediyle dikiş dikmenin hayalini kurdum. Hal böyle olunca dikiş makinemi çıkardım. Hazır kış gelmişken.
Kitabın hafif dili, takip edilmesi kolay olay akışı, anlaşılması kolay karakterleri ile insanı yormayan bir eser. Bende ilk başta kedilere karşı önyargılı olup sonradan seven biri olarak kitabı ayrı bir sevdim.

Alıntılar

"Beraber on yıl geçirdiğinizde, karşınızdaki kedi bile olsa, güçlü bağlar geliştirmeniz kaçınılmaz olur."

Kalp denen ufacık makine, insanın yükünü nasıl taşıyacak?

"O kediden başka bana dostluk edecek hiç kimse yok bu dünyada."
Acılarım sayesinde çok güçlendim, öyle ağlayıp durmuyorum; üzüntüm çok, ağlama isteğim de kocaman ama artık bunları düşünmeyeceğim, elimden geldiğince neşeli bir hayat sürmeye karar verdim.

19 Kasım 2022 Cumartesi

Onca Yoksulluk Varken

 

Kitapla Tanışma Hikayem: Kitap kulübümüzün geçen ayki kitabıydı. Ne yazarın adın duymuştum ne de yayınevine aşinalığım vardı. Binbir tereddütle kitabı okumaya başladım.

Kitabın Konusu: Momo hem yetim hem öksüzdür. Bir hayat kadını olan Madam Rosa hayat kadınlarını çocuklarına bakmaktadır. Momo'da Madam Rosa'nın bakıcılık yaptığı evde kalır. Diğer çocuklar geçici bir süreliğine bırakılmıştır. Yahut anneleri hafta sonu gelip onları gezmeye çıkarmaktadır. Ama Momo geleli yıllar olmasına rağmen ne arayanı ne soranı vardır. Neyse ki bilinmeyen bir kişi tarafından bakım ücreti aylık olarak gönderilmektedir. Bu sayede Madam Rosa ile aralarında bir sevgi bağı oluşur. Momo'nun kimi zaman normal kimi zaman macera dolu günleri anlatılmakta ve çocuğun iç dünyasına dair güzel anekdotlar düşülmektedir.

Kitapla İlgili Düşüncem: İlk başta kitabı okumaya başlarken sanki bir konuşmanın ortasında muhabbete katılmışım gibi hissettim. Yazar bir anda anlatıma öyle yoğun bir şekilde giriyor ki ne olduğunu şaşıyor insan. Fakat kitabın sonunda bu anlatım biçimi bir anlam kazanıyor. Kitap birinci tekil şahıstan yazıldığı için okuması kolay. Bir çocuğun gözünden anlatılan eserleri hep sevmişimdir. Romanda karakter çeşitliliği o kadar fazla ki. Hem statüleri hem yaşam biçimleri hem de karakterlerinin renkliliği çok hoşuma gitti. Normal hayatta karşılasılması zor olan tiplemeleri görmek-hayat kadınları, onları pazarlayan insanlar, hayat kadınlarının kocaları- bana çok şey kattı. Kitap boyunca insanoğlunun ne kadar sevilmeye, kabul edilmeye aç olduğunu gördüm. Sefalet içindeyken bile sevgisiz yaşamanın mümkün olmadığını görmek içimi acıttı. Sokakta yanında geçtiğimiz rahatsız edici o hareketleri yapan sokak çocuklarının belki de tek isteklerinin fark edilmek, onay görmek olduğunu bir kere daha anladım. Ve onları nasıl rutin bir şekilde yok saydığımızı, aynı hapishanede durmadan tekmelen köpek gibi onları yok saymaya ruhlarını tekmelemeye devam ettiğimizi fark ettim. Kitap kesinlikle hepimizin okuması gereken bir kitap. Çocuk gelişimcilerin, sosyal hizmet sektöründe çalışanların, öğretmenlerin, sokak bir evsizin yahut sokak çocuğunun yanından geçip giden hepimizin okuması gereken bir kitap.

Yazar İle İlgili Dipnot: Asıl adı Romaın Gary. Hep kendi ismi ile hem de takma adı ola Emile Ajar ile eseler vermiştir. İşin komik tarafı iki isimle de farklı yazarlar zannedilmiş ve kendisine iki kere Goncourt ödülü verilmiştir. 

Alıntılar

Bence, en iyi uyuyanlar dürüst olmayanlardır. Çünkü hiçbir şeyi takmazlar, oysa dürüst insanlar gözlerini kırpamazlar, her şeyi dert edinirler.

İnsanların kendi söylediklerine inanmayı başardıklarını sık sık fark ettim, yaşamak için gereksinirler buna.

Yeniden başlamak gerekiyordu.

İnsanların hüznü her zaman, en çok gözlerinin içindedir.

"Sevdiğin yüzünden deli oldun, dediler. 'Yaşamın tadını yalnız deliler bilir,' dedim."

Ben de gülümsüyordum ama, içimden gebermek geliyordu.

Ta içimden geliyordu, işte en kötüsü de budur. Dışardan, kıçınıza tekmeler inince kaçabilirsiniz. Ama böyle bir şey içerden geldi mi kaçmak olanaksızdır. Böyle bir şeye yakalandım mı gitmek, bir daha hiçbir zaman hiçbir yere dönmemek isterim. Sanki biri oturuverir içime. Çığlıklar atmaya, kendimi yerden yere vurmaya başlarım, dışarı çıkabilmek için başımı çarpar dururum, ama beceremem, bacakları olan bir şey değildir bu, insanın hiçbir zaman bacakları olmaz içinde. Bundan söz etmek bana iyi geliyor ha, biraz dışarı çıkar gibi oluyor. Ne demek istediğimi çakıyor musunuz?

Kırmızı Kahverengi Defter

 


Kitapla Tanışma Hikayem: Nilgün  Marmara'nın adını  yıllar önce kafkaokur dergisinde Slvyıa Plath hakkında okurken görmüştüm. Daha o zamanlar sevmiştim onu. Eserlerini okumasam bile bir gün gelip Nilgün Marmara'ya hayran olacağımı severek okuyacağımı biliyordum. Kütüphanede şiir kitabı ararken rasgeldim kitabıyla.
Kitabın Konusu: Nilgün Marmara'nın yayınlanma gayesi gütmeden kendi kendine aldığı notlardan oluşuyor kitap. Kimisi bir alıntı, kimisi bir duygu boşalması kimisi de bir film yorumu. Kitabın ismi de zaten not aldığı biri kırmızı diğeri kahverengi iki defterden geliyor. Kitabın içine konulan Marmara'nın kendi el yazısını görmek ayrı bir hoştu. Kitap çok eski bir basım. Zaten artık baskısı yapılmıyormuş.

Kitapla İlgili Düşüncelerim: Kitabı çok sevmeme rağmen Nilgün Marmara ile tanışmak için yerinde bir tercih değil. Azda olsa eserlerine aşina olup, onu tanıdıktan sonra bu tür bir kitabı okumak insanın daha bir içine işleyecektir diye düşünüyorum. Ama yine de okurken keyif aldım. Özellikle bazı yerler içime öylesine dokundu ki. Eğer genç yaşta aramızdan ayrılmasaydı nasıl muazzam eserler ortaya koyardı düşünmeden edemedim. Dilinin o kahverengiye çalan koyuluğunu çok sevdim. İnsanı boğan umutsuzluğa iten karanlık düşüncelerden ziyade, insanın içini ısıtan sıcacık bir yapıda.  Zaten kendisi de diyor Kafka insanın içindeki karanlığı gördü aydınlık tarafı görmedi diye. Kendisi karanlığı tasvir eden ama bunu boğucu bir umutsuzlukla değil de kabullenilebilir bir olguyla ifade ediyor.

Alıntılar:

Benle benim aramdaki farkı görebiliyor musun?

Yüzü olmayan bir palyaço, elleriyle olmayan yüzünü örtüyor ve ağlıyor. İçerden ağlıyor ve ölüyor. Zaman yüzünü eskitemez çünkü yüzü yok!

Kafka, insan vücudundaki karanlığı görmüştü yalnızca, ışığı, aydınlığı gözden kaçırmıştı.

Akıl hastanesinde gidişat üzerine sorgulamada, hastalardan biri: "Hepiniz bir gün buraya geleceksiniz, gelecek, geleceksin, geleceksiniz, gelecekler" demiş.

Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer... Kafatasımın içini, bir küçük huzur adına aynalarla kaplattım, ölü ben'im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden! Paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayrı yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir.

Biz niye kendi zamanlarımızı yaşayamıyoruz, niye hep başka zamanlar ve hep başka kendimiz? Ne bu ertelenen, bir tansık olma dileğiyle tansığın olmasını beklemek değil, özün tansığa dönüşmesini ummak Ben'i ve bizi tansık yapmak arzusu? 'Şimdi'nin karanlığı daha ne kadar üretilecek? Bu karanlıkta beslenen ruh kurtçukları daha ne kadar mal edecek bizleri kendilerine? Bu kurtlar içten içe daha ne kadar uluyacaklar? Bu görünmez salıncakta daha ne kadar sallanacağız "Aya dokunmak istiyorum" tümcesini sessiz bir çığlık olarak yineleyerek. Bu huzur için çığlıklar ne köpekler toplumunda, kim duyar? Çığlıklar neden bu den sessiz? Bu balıkhaneler bu kancalar niye varlar, yüzlerimiz neden yüz bedenlerimiz niçin balık öyle asılı dururken ve dönerken ağır aksak?

1 Kasım 2022 Salı

Buraya Bakarlar

 

Kitapla Tanışma Hikayem: Trt2'de yayınlanan bir edebiyat programı olan ''Kelimeler ve Şeyler'' programında duymuştum. Daha sonra bir podcast uygulamasında bu kitapla bağlantılı olduğunu bilmeden aynı isimde bir podcast dinledim. Sonra kütüphanede kitapla karşılaşınca kaderimde bu kitabı okumanın kaçınılmaz olduğunun ayrımına vardım.
Kitabın Konusu: Kitap bir kısmı olay, bir kısmı durum bazlı olan 12 kısa hikayeden oluşuyor. Hikayelerin her birinin yaşamın farklı kesiminden insanlardan oluşması, gündelik yaşamı ilginç bir olay örgüsü ile kurgulaması kitabı okunur kılıyor.
Kitap Hakkındaki Düşüncelerim: Kitabı da öyküleri de çok sevdim. Aslında daha meşhur olması gereken bir kitap. Çünkü okuması kolay ve insanda güzel bir his bırakıyor. Bazı öyküler daha uzun olsaydı dedim. Bazı öyküler bu kadar kısayken beni nasıl bu denli etkileyebilir dedim. Benden okuma tavsiyesi isteyen ve kitap okumaya ısınmak isteyen arkadaşlarıma seve seve tavsiye edeceğim.

Alıntılar:
“Ulan” derim kendi kendime, “Saçma sapan konuşuyorsun. Sen kimsin ki! Senelerdir aynı günü yaşayan bir korkak. Hayatında değişiklik olacak diye ödün kopar. Ölümden korkuyor oluşun bile sırf bu yüzden. “

Keşke biraz deli yanım olsaydı. Kafama estiğinde hayattan tat alabilecek şeyler yapabilseydim. Ama, yok yapamam. Ben ki, bu dünyaya hesap kitap yapmak için gelmişim

“İnsan yalnızca bir vakte aittir, hep o vakte dönmek ister.”

Neden Yazıyorum? George Orwell

                                                           

Kitapla Tanışma Hikayem: Yazarların yazı hikayelerini okumayı çok seviyorum. Onları yazmaya iten dürtüleri, neden yazdıklarını. George Orwell severek okuduğum bir yazar olunca hemen kitabı okumak istedim
Kitabın Konusu: Politik olayları usta bir şekilde ele alan yazarımız kendini yazmayı iten türleri, yazma coşkusunu neyin ateşlediğini  anlatıyor. Olayları romantize etmeden gerçekçi bir şekilde onu yazmaya iten sebepleri sıralamış. Dönemin politik olaylarına üstten bir şekilde değinirken yanlı davrandığını ve yansız davranmanın mümkün olamayacağını da vurguluyor.

Kitap Hakkında Görüşlerim: Yazım sürecinin arka planını anlatan kitapları çok ama çok seviyorum. Ama kitap beklediğim gibi çıkmadı. Kitabın ilk kısmında azda olsa yazma tutkusundan bahsetse de devamında gelen uzun İngiltereliler hakkında havadan sudan bilgiler, İngiliz düşünce şekli ve yaşam tarzı hakkında pasajlar, dönemin nispeten politik olayları çok sıkıcı geldi. Yalnız son kısımda bir fil ile yaşadıkları bir anı vardı ki beni çok etkiledi. Durup dururken aklıma geliyor. Üzerinde düşünürken buluyorum kendimi. Okumak isteyenler için yazıyı aşağıya bırakıyorum. Onun dışında yazarı severek okuyan ve tüm eserlerine vakıf olmak isteyenler okuyabilir. Yahut anı türünde yazılmış kitaplardan hoşlanıyorsanız okuyabiliriz. Fakat yazarın yazma serüvenine ortak olmak gibi niyetiniz varsa bu kitap tam anlamıyla beklentinizi karşılayamayabilir.

Alıntı:
“Yolda durmuştum. Fili görür görmez, onu asla vurmamam gerektiğini anlamıştım. Yaşayan bir fili vurmak, büyük ve pahalı bir makineyi tahrip etmekle kıyaslanabilecek, ciddi bir mesele­dir ve kaçınmak mümkün olduğu sürece insanın bunu yapma­ması gerektiği açıktır. Ve huzur içinde çalıları yiyen fil, bu me­safeden, bir inekten daha tehlikeli gelmemişti bana. O zaman, mest halinin geçmeye başladığını, bu durumda bakıcısı gelip onu yakalayana dek sadece zararsızca dolaşacağını düşündüm, ki şimdi de aynı fikirdeyim. Dahası, onu vurmayı hiç mi hiç iste­miyordum. Tekrar vahşileşmeyeceğinden emin olmak için onu kısa bir süre izlemeye ve ardından eve dönmeye karar verdim.
Fakat o anda beni takip etmiş olan kalabalığa göz attım. En az iki bin kişiden oluşan ve her dakika daha da büyüyen dev bir kalabalıktı. Yolu her iki yönde de uzun bir mesafede tıkamıştı. Cafcaflı giysilerin üstündeki sarı yüzlerden, hepsi de kendileri­ni bekleyen küçük eğlence nedeniyle mutlu ve heyecanlı, hepsi de filin vurulacağından emin yüzlerden oluşan insan denizine baktım. Numara sahneleyecek bir sihirbazı izler gibi izliyorlardı beni. Benden hoşlanmasalar da, elimdeki sihirli tüfekle o an için izlenmeye değerdim. Ve bir anda sonuçta fili vurmak zorunda kalacağımı fark ettim. İnsanlar benden bunu bekliyordu ve yap­mak zorundaydım. İki bin iradenin, beni karşı konulmaz biçimde itelediğini hissedebiliyordum. Ve beyaz adamın Doğu'daki ege­ menliğinin kofluğunu ve abesliğini ilk kavramam, elimde tüfekle orada durduğum bu anda oldu İşte buradaydım; elinde silahıyla, silahsız yerli kalabalığının önünde duran beyaz adam. Görünür­ de oyunun baş rol oyuncusu, ancak gerçekte arkamdaki o sarı yüzlerin iradesinin bir ileri bir geri itelediği anlamsız bir kuklay­dım. O anda, beyaz adamın zorbalaştığında yok ettiğinin kendi özgürlüğü olduğunu algıladım. Beyaz adam o zaman riyakar, rol kesen bir aptala, geleneklere uygun hale getirilmiş bir sahip figürüne dönüşüyordu. Çünkü egemenliğinin koşulu, hayatını "yerlileri" etkilemeye çalışarak geçirmesi ve böylece her krizde "yerlilerin" kendisinden beklediği şeyi yapmasıydı. Bir maske takıyor ve yüzü maskeye uyacak biçimde şekil değiştiriyordu. Fili vurmak zorundaydım. Tüfeği getirtmekle, bunu yapacağıma söz vermiştim. Bir sahibin sahip gibi davranması gerekir; kararlı görünmeli, ne istediğini bilmeli ve kesin şeyler yapmalıdır. Bü­ tün bu yolu elimde tüfek, hemen arkamda iki bin kişiyle gelmek ve ardından hiçbir şey yapmadan zayıfça uzaklaşmak; hayır, bu mümkün değildi. Kalabalık bana gülerdi. Ve tüm hayatım, Do­ğu'daki her beyaz adamın hayatı, insanları kendine güldürme­ renk için verilen uzun bir mücadeleydi.''
Ve fili vurduktan sonra kendi kendine  hep düşünür.
''Çok defa diğerlerinden birinin, bunu yalnızca bir aptal gibi görün­memek için yaptığımı kavrayıp kavramadığını merak ettim.''